Gülse’nin Yılbaşı ‘Poplor’u

Yılbaşı’nı bir yudum neşe, bir nebze mutluluk, bir nefes umut olarak kutlamayı hepimize çok görüp onu zehir eden “dinbaz hutbehânlar” karşısında, bütün farklılıkları ve çeşitlilikleriyle toplumu kucaklayıp hepimize “Hadi bakalım siyaseten dünyanın da memleketin de havası nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi ve yeni yılınız kutlu olsun” diyor Gülse Birsel yeni filmi “Yılbaşı Gecesi”nde. Adeta bir iyilik perisi gibi ve kanaatimce örtük mahiyette de olsa siyaseten bir “denge” oluştururcasına… Yıllardır dilimizden düşmeyen “Popüler politiktir” deyişini haklı çıkarırcasına!..


100 yıllık Cumhuriyet tarihimiz, “folklor”dan “poplor”a bir kültürel akış olarak özetlenebilir.

Elbette folklor, yanlışlıkla sanıldığı gibi “halk oyunları” demek değildir. Kır ya da köy ahalisinin gündelik hayat kültürü (yapma-etme, duygu-düşünce, tutum-davranış biçimleri) ve bilgisidir folklor. Yeryüzünde hayatın nabzının toprakta (tarımda) attığı binlerce yıllık uzun zaman diliminde köyler hâkim yaşam alanları ve buna bağlı olarak folklor da aslî kültürel örüntüdür. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde doğuş bulmuş Cumhuriyet Türkiyesi’nde de nüfusun büyük çoğunluğu köylerde, kırsal-tarımsal yaşam biçiminde ve kültürel örüntü itibarıyla “folklorik” nitelikte varlık sürdürmekteydi.

Ne zaman ki (Batı’da 11.-12. yüzyıllardan itibaren) ticaretin canlanması, kapitalizmin doğuşu, endüstri devrimi ve daha nice değişim dinamiği eşliğinde şehirler ve şehir yaşamı öne çıktı, işte o noktadan itibaren bir gündelik yaşam kültürü/bilgisi olarak folklorun yerini de “poplore”un (poplore) aldığını söylemek mümkün hale gelmiştir.

‘Folk’tan ‘pop’a değişme ve süreklilik

Nasıl folklor dendiğinde ilk akla gelen “halk oyunları” ise “pop” dendiğinde de ilk akla gelen, kastedilenin bir müzik türü, gençlikle bağlantılı veya eğlence kültürüyle alâkalı bir pratikler toplamı olduğu yanılgısıdır.  “Folk” ve “pop”, her ikisi de halk demek ama bu iki “halk”ı yek diğerinden ayırt eden nokta, yukarıda değinildiği üzere birincinin esas itibarıyla kırsal, ikincinin ise kentsel olması. Yani, tekraren, kır ahalisini “folk”, kent ahalisini “pop” olarak tanımlamak ve bizim yüz yıllık Cumhuriyet deneyimimizi de “folk”tan “pop”a sorunlu-sancılı bir geçiş ya da dönüşüm olarak değerlendirmek mümkün.

Elbette bu, “kopuşsal” bir geçiş ya da dönüşüm değildir. Daha ziyade kaynaşmalarla, melezlenmelerle, sentezlenmelerle süre gelen; “folk”un ya da folklorik olanın “pop” ya da “popüler” olana nüfuz ettiği, hatta belirgin rengini verdiği; diğer taraftan “pop”un coğrafi (kentsel) dinamiklerinin de şehirlere akmış folk ögeleri, anlayışları, davranışları mutasyona (kırılma-bozulmaya) uğrattığı bir sosyo-kültürel dönüşümdür bu.

‘Poplorik’ Türkiye

Türkiye’de folk kültürün serimlemesine, betimlemesine ve değerlendirmesine gitmiş bilim, sanat, edebiyat ürünleri ve bunların yaratıcıları saymakla bitmez. Sıralamaya kalkışmak, mutlaka birilerini ihmal ederek-unutarak haksızlığa yol açmak olur.

Aynı şekilde Türkiye’nin kültürel-demografik değişim sürecinin, yani köyden kente göç ve buna bağlı olarak “folk”tan “pop”a kırıla-kaynaşa geçişlerin de yine bilimsel çalışmalarda olduğu kadar edebiyatta, müzikte, sinemada ve elbette dizilerde izlerini sürmek mümkündür. Bu bakımdan benim Gülse Birsel’in çalışmalarını gerek sosyolojik gerekse kültürel-antropolojik çerçevede ne kadar önemsediğimi de yazılarımın sürekli takipçileri gayet iyi bilir.

Ve Gülse’nin dizi-sinema filmografisinin “Türkiye poploru”nun dikkate, ilgiye, analize değer en seçkin örnekleri olarak karşımıza çıktığını, şimdi onun yeni yıla adım attığımız eşikte Disney+’ta gösterime giren yapıtı “Yılbaşı Gecesi” vesilesiyle bir kez daha ifade etmek gerekir.


Bir ‘Poplorist’in filmografisi

Gülse Birsel, “Türkiye poploru” üzerine yazmaya televizyonda “Avrupa Yakası” ile başladı. Onu “Yalan Dünya” izledi. Araya sinema filmi “Aile Arasında”yı sıkıştırdı. Sonra “Jet Sosyete” dizisi geldi. Şimdi de “Yılbaşı Gecesi” ile aynı minval üzere ve doludizgin devam etmekte görünüyor.

Gülse’nin dizilerde ve sinemada seyrimize sunduğu karakterler, bu topraklardan ayrıntı titizliği içinde ayıklanıp çıkarılmış kültürel temsiller olarak belirir hep. Bunlar, önceki yazılarımda da değindiğim üzere adeta Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı çağrıştırırcasına karşınızdadır; elbette komedi tarzında ve bugünün hâl ve şartları doğrultusunda.

1950’lerden bu yana on yıllardır süre gelen köyden kente göçle metropollerin önce varoşlarına yerleşip sonra merkeze doğru hareketlenen ve kentlerin yerli sakini sayılabilecek modern-seküler kesimlerle ilişki-etkileşim içine giren; Karadeniz’den Doğu’ya, Orta Anadolu’dan Trakya’ya kadar kadınlı-erkekli pek çok karakter, sorunları, çatışmaları, aile ilişkileri, kimliksel parçalanmışlıklarıyla karşınızdadır Gülse’nin yapıtlarında…

‘Beyaz’ıyla ‘Kara’sıyla, bir başkadır memleketim!

Yaygın-pejoratif deyişle “Kara Türkler” kategorisinde de, yine yaygın-pejoratif deyişle “Beyaz Türkler” kategorisinde de yarattığı sayısız karakteri vardır Gülse’nin… Bunların her biri, adeta bir annenin doğurup besleyip büyüttüğü evlâtlar gibi, “el bebek-gül bebek” işlenmiştir. Gülse, onların hiçbirini “harcamaz”. Sevmenin ve sevdirmenin de ötesinde, onlara yönelik anlama ve duygudaş olma (empati) çağrısında bulunur bize…

Adeta “poplor”umuzu, mondeni lümpeniyle, “tiki”si “kıro”suyla, “snob”u “varoş”uyla, özcesi “Beyaz”ıyla “Kara”sıyla anlayalım-sahiplenelim çağrısı yapmaktadır o.

‘Avrupa Yakası’ndan Antakya kıyısına…

2004-2009 arası yayında olan “Avrupa Yakası”nda nispeten steril ve katışıksız bir “Beyaz Türk” dünyasını hicvederken, onu takip eden “Yalan Dünya”da (2012-2015) sosyal/kültürel değişmenin “Kara Türkler”den yana çalan temposunu daha bariz hissettirmiştir. “Avrupa Yakası”, Nişantaşı’nda modern ve monden bir çekirdek aile etrafında, Türkiye’de “taşra”nın “merkez”e kültürel akışının ayak seslerini duyurur. “Yalan Dünya” ise Antakya/Adıyaman göçmeni bir “geniş aile” merkezinde artık o “taşra”nın Cihangir’in “teras”ına nasıl konuşlandığına tanık olmaya çağırır. Ama tabii Cihangir de o “taşra”ya kendince yeni bir “kültürel meşrep” kazandırmaktan geri kalmamış, dolayısıyla ortaya (yazım hatası gibi görünmesi lütfen) “postmodern bir şehir kırsallığı” çıkmıştır.


Hakikat-ötesi hayatın hakiki komedisi!

Gülse’nin İstanbul’un ön ve arka sokaklarıyla Adana’nın kebapçı zenginliğini buluşturduğu sinema filmi “Aile Arasında” (2017) ise tam anlamıyla sahte hayatımızın sahici komedisidir. Yine doğudan batıya, kentten kıra, züppelikten zontalığa açılan yelpazede ince elenip sık dokunarak üretilmiş karakterler seyre sunulurken bir yandan da “kutsal aile” güldür güldür sorgulanmıştır filmde. Karı-kocalığın da ana-babalığın da evlatlığın da evlilik, akrabalık ve dostluğun da “para”dan ibaret olduğu ekonomi-politik işleyiş yüzümüze çarpılarak…

Ardından 2018 başında yeniden dizi kulvarında “Jet Sosyete” gelir ve şehrin mutena bir mekanına ucuz iş gücü olarak sığışmış alt-sınıf bir ailenin jet gibi yukarıya (“Sosyete”ye) sıçrama yanılsaması yine eşsiz tiplemelerle sitkom’lanır. Dizi sanki “folk”tan “pop”a jet hızıyla geçişimizin de mecazi-mizahi bir izahı gibidir. Batı’da yüzlerce yıla yayılmış dönüşümleri birkaç on yıla sıkıştırılmış şekilde hayata geçirip deneyimlemekten sancılı, sıkıntılı, sarsıntılı halimizin betimlemesi ya da…


Popüler-politik bir yılbaşı hediyesi

“Yılbaşı Gecesi”nde de Gülse Birsel yine aynı doğrultuda kır-kent, gelenek-modernlik, magandalık-mondenlik, zenginlik-fakirlik ikiliklerinin yanı sıra, bunlara ek olarak “ergen yetişkinlik” ve “yetişkin ergenlik”, X kuşağı ve Z kuşağı, sekülerlik ve dindarlık gibi ikili karşıtlıkların arabuluculuğunda akıp giden bir komedi sunuyor. Kültürel, kimliksel, sınıfsal karmaşamızı, kaosumuzu yine tatlı-eğlenceli-kahkahalı bir “kozmos”a maharetle dönüştürüyor.

Daha önemlisi, yılbaşını bir yudum neşe, bir nebze mutluluk, bir nefes umut olarak kutlamayı hepimize çok görüp onu zehir eden dinbaz hutbehânlar karşısında, bütün farklılıkları ve çeşitlilikleriyle toplumu kucaklayıp hepimize hadi bakalım siyaseten dünyanın da memleketin de havası nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi ve yeni yılınız kutlu olsun diyor. Bir iyilik perisi gibi ve kanaatimce örtük mahiyette de olsa siyaseten bir “denge” oluştururcasına…

Boşuna bas bas bağırmıyoruz yıllardır, “popüler politiktir” diye!..


Ebedi-ergenlik Erkeklik

Filmi izlemeyenler için “spoiler” üretmemek adına çok ayrıntıya girmek istemiyorum, ama iki tematik motif üzerinde durmadan da edemeyeceğim.

Birincisi koskoca ve “kofkoca” iki erkek yetişkinin, Serdar (Kubilay Tunçer) ve Alican’ın (Alican Yücesoy) karşılıklı al takke-ver külah, el-ense şakalaştığı sekanslar; o kadar tanıdık-bildik-gözlemlendik ki anlatamam!.. Bütün haşmetini, hışmını, huşunetini sıyırın alın, aslında erkek, hep ergendir; erkeklik de ebedi ergenliktir. Yıllardır dillendirdiğimiz bu sav, bundan daha etkileyici ve eğlendirici ete-kemiğe büründürülemezdi doğrusu, aşk olsun!..

İkincisi, bana göre filmin en çarpıcı kültürel temsili olarak karşımızdaki Neşlişah (İrem Sak) karakteri. O, kötü alışkanlıkların, zararlı bağımlılıkların hayatını mahvetmeye vardığı aşamada ve belki de maneviyat (anlam) arayışı içinde dindarlaşmış, tesettüre girmiş. Ama “masiva”, yani “yalan dünya”dan da kopmuş değil; tıpkı günümüz Türkiyesi’nde sık sık karşımıza çıkan yeni-kuşak tesettürlüler gibi…

Elbette bu bir komedi ve Neslişah da komik bir karakter, ama dikkat! Gülse burada dini karikatürize etmek ya da komedi malzemesi yapmak gibi bir motivasyon içinde değil. Aksine güldürürken düşündürür mahiyette ve yukarıda işaret ettiğimiz üzere hep yaptığı gibi burada da yarattığı karakteri sarıp sarmalayıp, onun temsil ettiği kültürel örüntüye de empati ve sempatiyle yaklaşmaya çağıran bir duyarlılık içinde…


Şen-şakrak seküler Müslümanlık

Ayrıca söz konusu karakterin incelikli çizimi, bu ülkede tedirginlik yaratan tüm dinbaz-politik vaveylalara rağmen dindar-muhafazakârlığın da kültürel ve sosyolojik olarak alttan alta, içten içe, derinden derine nasıl sekülerleştiğine/dünyevileştiğine ilişkin hanidir gözlemlediklerimizi destekler mahiyette. Neslişah böylesi bir “seküler Müslümanlık” halinin şen-şakrak ete-kemiğe bürünmüş hali… Buna da aşk olsun!..

  Tabii bir de son olarak ve yine Neslişah temsiliyle etkileşimsel mahiyette, özellikle memleketin “seküler muhitler”inde hayli yaygın ve o ölçüde yanlış şekilde Araplıkla İslamlığı özdeştiren algı ve anlayışın da üzerine muzipçe gidildiğini fark ediyoruz ki artık ne diyelim, helâl olsun!..

Sonuçta demek ki neymiş, “Gülse’nin poploru” yoluna doludizgin devam etmekteymiş…       

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi