Tayfun Atay
Göktürkler, Osmanlı ve iki cami arasında bînamaz bir Yakışıklı
Bale için “Bizim kültürümüzde olmayan bir şey” deyip ardından söze “Bizim kültürümüz”e işaret niyetiyle Göktürkler’le devam eden Hacı Yakışıklı, Bilge Kağan’da Balçiçek Hatun’da, Kül Tigin’de olanı alıp olmayanı savurup atacaksa eğer, yandı gülüm keten helva! Ortada baleden öte ne İslam ne Allah ne Peygamber kalır. Ne de önceki haftalarda Halil Konakçı’nın “kabardığı” Türkçe ezan hususunda öfkeli itirazlara imkân kalır. Çünkü bu uygulamanın en temel dayanağı da Orhun Abideleri’nde geçen “Tanrı” lafzıdır.
İktidar yanlısı yorum, değerlendirme ve savunularıyla maruf eski Akit yazarı, şimdilerde TV100’de yazan ve bol bol konuşan Hacı Yakışıklı geçen hafta opera ve bale hakkında ifadeleriyle tartışmalara vesile oldu. Kimilerinde öyle bir izlenim bıraksa da ürkütücü olmaktan ziyade gülünç; kimilerince öyle ileri sürülse de fanatik olmaktan ziyade fantastik; ve nihayet Türkçü-milliyetçi duyarlılığı gıdıklamaya dönük bir arzuyla sarf edilmiş olma ihtimaline nazaran bu bakımdan da kaş yapmaktan ziyade göz çıkartan sözler şöyle:
“Ben ‘Bale’ isimli etkinliği sevmiyorum. ‘Çocuklarınızı baleye göndermeyin’ diyebilirim, gidilmemesini tavsiye edebilirim. Ama ötesine geçemem; gidenlere hakaret edemem, onları ‘ilkel, çağdışı’ diye yaftalayamam! Yalnız ben ‘Devlet Opera ve Balesi’ diye bir şeyin olmasına karşı çıkarım. Bizim kültürümüzde olmayan bir şeyi koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti niye sahipleniyor? Göktürkler’de bale mi vardı? Balçiçek Hatun, Gökçe Kız, Bilge Kağan, Kültigin bale mi yapıyordu?”
Osmanlı’da “selâtin operalar”
“Hacı Yakışıklı” ismini her duyduğumda benim aklıma tatlı tatlı Peyami Safa’nın Doğu Batı Sentezi kitap başlığını gelmiştir hep ve aslında bu bakımdan bir umuda vesiledir bu ad ve soyadı… Gel gelelim Hacı Yakışıklı’nın hiç mi hiç “ismi ile müsemma” olmayan bir düşünsel performans içinde yukarıdaki sözleri sarf ettiğine şahit oluyoruz. Hâlbuki “Bizim” dediği kültürün kendisi tarafından da hiç ama hiç yadsınamaz bileşeni olan Osmanlı’da operanın da balenin de hayli eskiye giden bir tarihi var ve günlerdir ona bu bakımdan hatırlatmalarda bulunulmakta; hem de bizzat AKP’nin Kültür Bakanlığı üst düzey bürokratları tarafından…
Osmanlı’da neredeyse “selâtin camiler” (sultan camileri) kadar selâtin opera-tiyatro binaları yapılmıştır. Buralarda sahnelenen operalarda tıpkı Avrupa saraylarındaki kraliyet locaları gibi “hünkâr locaları” vardır. Batı müziği tarzında besteleri olan padişahlar vardır, vs. vs…. Her şeyden öte, sanırım Yakışıklı Hacı’mızın da her adı geçtiğinde onu rahmetle şad etmekten geri kalmayacağı “Cennet Mekân Abdülhamid-i Sâni Hazretleri”, yani Osmanlı’da İslamcılık siyasetinin önünü açtığı gerekçesiyle dinbaz iktidar sahiplerince yere-göğe sığdırılamayan Sultan İkinci Abdülhamid tam bir opera, operet, tiyatro ve klasik Batı müziği tutkunudur. Onun babası Abdülmecid de öyledir; “Valsa Davet” adlı bestesi günlerdir (Yakışıklı’nın sözlerine karşı) yeniden dolaşıma giren amcası Sultan Abdülaziz de öyledir; çok iyi piyano çalan ve çok sayıda Batı müziği tarzı bestesiyle seçkinleşen kardeşi V. Murat da öyledir.
Neyse, bunlara çok değinen oldu. Belki yazı sonunda tekrar bir iki cümle sarf ederiz bu Osmanlı’nın “opera sevdası”na dair, ama biz şimdi esas “Göktürkler’de bale mi vardı; Bilge Kağan, Kültigin bale mi yapıyordu” diyor ya Yakışıklı, bakalım Göktürkler’de ne var ne yokmuş?..
Bale yapmıyor, ama “Tanrı Uludur” diyorlardı!
“Türk” adının tarihte ilk geçtiği yazılı kaynak olan Orhun Kitabeleri/Abideleri’ni borçlu olduğumuz Göktürkler, 6’ncı-8’inci yüzyıllar arasında Orta Asya’da egemenlik kurdular. Onların ne olup ne olmadığını anlamak istiyorsak işte Orhun Abideleri’ne bakmamız gerekir.
Soruyor Hacı Yakışıklı değil mi, “Bilge Kağan, Kültigin bale mi yapıyordu?” diye…
Cevabı hemen Abideler’e bakıp verelim: Kül Tigin, Bilge Kağan bale yapmıyorlardı ve “Tengri”ye tapıyorlardı!
Hani şu, “Tanrı uludur, Tanrı uludur; Tanrı’dan başka yoktur tapacak…” şeklinde düzenlendiği için ağzınızdan lavlar saçarcasına demediğinizi bırakmadığınız Türkçe ezanda Allah karşılığı olarak yer alan “Tanrı”ya tapıyordu onlar…
Gök Tanrı, Tanrıça Umay, Mukaddes Yer-Su
Göktürkler’in son dönemine liderlikleriyle damga vurmuş iki isim, Bilge Kağan ve kardeşi Kül Tigin için dikilmiş iki kitabe de “Tengri” adı ile başlar. 732 yılına tarihlenen ve bir yıl önce ölmüş kardeşi Kül Tigin adına Bilge Kağan tarafından yazdırılıp diktirilmiş Kül Tigin Kitabesi, “Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum” diye açılır. Hemen hemen benzeri bir açılış, 735’e tarihlenen Bilge Kağan Kitabesi’nde de karşımızdadır.1 Bunlar Göktürkler’in “Tengri” (Gök Tanrı) inancının yansıması olan ifadelerdir.
Dahası var. Kül Tigin Kitabesi’nde Bilge Kağan’ın ağzından, “Babam kağan uçtuğunda küçük kardeşim Kül Tigin yedi yaşında kaldı. Umay gibi annem hatunun devletine küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı” ifadesi de karşımıza çıkar.2 “Umay”, çocukları, daha doğrusu insan ve hayvan yavruları ile tüm dişi varlıkları koruyan bir “dişi Tengri”dir. 3 Tanrıça da diyebilirsiniz!..
Nihayet Orhun Abideleri’nin üçüncüsü olan ve hem Bilge Kağan’ın babası İltiriş Kağan’a hem de kendisine vezirlik yapmış Başkomutan Tonyukuk tarafından diktirilmiş Tonyukuk Kitabesi’nde “Umay”ın da ötesinde Göktürk maneviyatının diğer veçhelerine işaret eden şu ifadeler yer almaktadır: “Tanrı, Umay İlahe, mukaddes yer, su üzerine çöküverdi herhalde. Niye kaçıyoruz.” 4
“Eski Türk dini”nin tarihini yazmış Prof. Abdülkâdir İnan bu ifadeyi Tanrı’nın, Umay’ın ve “mukaddes” yer, su ruhlarının Türklere yardımlarının bahsi olarak değerlendirmektedir.5
Göktürkler’de İslam mı vardı?!
Yukarıda sıralananlardan da, bu sıralananların dayanağı olan elde mevcut güvenilir kaynaklardan da anlaşıldığı üzere Göktürkler Şamanistik ve Paganistik inanç motifleriyle maneviyatlarını zenginleştiren bir topluluktu. “Gök Tanrı” ve “Tanrıça Umay” başta olmak üzere bir “Panteon”; ayrıca yer ve su kültü, yanı sıra dağ, ağaç, orman, ırmak, göl, kaya ve ateş-ocak kültleri onların dini yaşantılarının ayrılmaz parçalarıydı.6
O halde şimdi Hacı Yakışıklı’nın “Göktürkler’de bale mi vardı” şeklindeki “retorik”, yani aslında soru olmaktan ziyade görüş işaret eden sorusunu da yine “ciddi ciddi” cevaplayalım:
Göktürkler’de bale de yoktu İslam da yoktu.
Göktürkler’de Allah da yoktu, “Tengri” vardı. Muhammed de yoktu Umay vardı. “Tekbir” de yoktu, dağa-ormana-ırmağa-taşa-suya tapma vardı.
Bale için “Bizim kültürümüzde olmayan bir şey” deyip ardından söze “Bizim kültürümüz”e delalet niyetiyle Göktürkler’le devam eden Yakışıklı, Bilge Kağan’da Balçiçek Hatun’da, Kül Tigin’de olanı alıp olmayanı savurup atacaksa eğer, yandı gülüm keten helva! Ortada baleden öte ne İslam ne Allah ne Peygamber kalır.
Ne de önceki haftalarda Halil Konakçı’nın kabardığı Türkçe ezan hususunda öfkeli itirazlara imkân kalır. Çünkü bu uygulamanın en temel dayanağı da Orhun Abideleri’nde geçen “Tanrı” lafzıdır.
Bütün bunlar Hacı’nın tam anlamıyla kaş yapayım derken göz çıkardığını düşündürmüyor mu?
Neyse, artık Hacı Yakışıklı’yı bu hususta Halil Konakçı’ya havale edip geçelim ve biraz da opera üzerine notlar düşerek noktalayalım!..
DERSAADET’TE opera aryaları
Atatürk Türkçe ezan uygulamasında nasıl fikri rehber olarak Ziya Gökalp’e dayandıysa onun operayı, baleyi, Batı müziğini “millileştirme” yolunda da Gökalp’e dayandığını düşünmek mümkün. Bakın Türkçülerin babası Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda “Bediî Türkçülük” bahsinde neler öneriyor (kısaltılmış ve Osmanlı Türkçesi ifadeler sadeleştirilmiş olarak):
“Orta Çağ Avrupası’nda teşekkül eden Opera müessesesi; duyguların, heyecanların, ihtirasların kesintisiz bir sürekliliğinden ibaret olduğundan armoniyi ekleyerek Batı müziğini tekdüzelikten kurtardı. (…) Halk müziği kültürümüzün Batı müziği de yeni medeniyetimizin müzikleri oldukları için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde millî müziğimiz memleketimizdeki halk müziğiyle Batı müziğinin kaynaşmasından doğacaktır.”7
Gökalp’in bu önerileri, daha doğrusu “hayal”i Cumhuriyet’in başında “Türk Beşlisi” (Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar) ile; onların Yunus Emre Oratoryosu, Köroğlu Operası, Köçekçe Rapsodisi, Keloğlan Balesi, Lüküs Hayat Opereti, Çiftetelli Senfonik Dansı, Kanun Konçertosu ve daha nice eserleriyle hayata geçmiştir. Ama onların arkasında Gökalp’in Türkçülüğü kadar, “Osmanlı Sultanları” da vardır! Çünkü başta da altını çizdiğimiz üzere Osmanlı’nın 19’uncu yüzyılı bir bakıma da “Opera’nın Yüzyılı”dır. Dinbaz taassup erbabının yenilikçiliği nedeniyle “Gâvur Padişah” diye kötülediği Sultan II. Mahmud’un oğulları ve torunları; Abdülmecid Abdülaziz, V. Murad, “Ulu Hakan” Abdülhamid, V. Mehmed; hepsi İtalyan hocalardan müzik eğitimi almış, opera-operet dinleyen, piyano çalan, besteleri olan sultanlardır. İstanbul bu yüzyılda öylesine “alafranga” bir yerdir ki bazı İtalyan operaları Paris’ten Londra’dan önce “Dersaadet”te sahnelenmiş-seslendirilmiştir.
Orhun Operası da olur muydu?!
Hasılıkelam, opera da bale de Hacı Yakışıklı’nın neredeyse (elbette “kültürel” anlamda) yedi ceddinde özümsenmiş-içselleştirilmiş sanatsal pratiklerdir. Bu topraklarda opera Osmanlı’da doğmuş ve bir “Altın Çağ” yaşamış ve bu miras Cumhuriyet’e Devlet Opera ve Balesi olarak intikal etmiştir.
O yüzden Yakışıklı’mızın asıl sorması gereken soru “Göktürkler’de bale var mıydı?” değil, eğer Göktürk döneminde opera-bale olsaydı Ötügen’den semaya, “Tengri”ye doğru hangi muhteşem seslerin-nağmelerin yükselebileceği sorusudur.
Cevabı, Osmanlı’ya bakarak kuvvetle muhtemel şekilde vermek de mümkün olsa gerektir!..
1 Prof. Dr. Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, 2005.
2 Ergin, Orhun Abideleri, s. 20-21.
3 Abdülkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri, 1976, s. 24-26.
4 Ergin, Orhun Abideleri, s. 77.
5 İnan, Eski Türk Dini, s. 24.
6 Ayrıntılar için bkz., İnan, Eski Türk Dini.
7 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, 1968, s. 129-131.