Aslı Kotaman
Geccek!
Bir şarkı çıkar ve milyonlarca insanı tek yürek yapar. Bir cümle kışın üzerinizi örten bir battaniye, içinizi ısıtacak bir çay, karnınızı doyuracak bir simit oluverir.
Müziğin simgesel dili sözlerden ve besteden ötedir. Kullanımı da çok boyutludur. Müzik için hiç bir aracıya gerek duymayız. O, hayatın içinde tek başına dimdik durabilir. Ekipmanlara, platformlara ihtiyaç duymadan sadece mırıldansak bile müziğe sığınmış olabiliriz. Tek başına direnmeye mecali kalmamış, hayatın çoğu mücadelesinde teslim bayrağını çekmiş ancak bunun acısını hala yaşayan kitleler, kültür üretiminin protest bir dışavurumuyla kendilerini ifade ediverirler. Bu sebepledir ki tek bir şarkı kollektif bir şuur oluşturabilir. Kış ayında yazı getirebilir, buz gibi güne aydınlık bir güneş gibi doğabilir.
Sisteme sistemin içinden cevap veremeyeceğinizi anladığınızda bir V olmak gerekir. Tarkan klibinde boşuna bir hacker değil. Sesini ve sözünü mevcut düzen içinde duyuramayacağını biliyor. Bu düzende hepimizin sessizliğe mahkum olduğunu dahası konuşsa bile sesini duyuramamanın verdiği karabasan ruh halini biliyor. “Geccek” tam da böylesi bir çığlık. Gecce diyebilmek aslında bu karabasan son verebilmenin umudunu taşıyor.
Geccek mi? Geccek
Bu sarkıyı dinlediğimde nedense bana sol gelenekte var olan bir “çağrı-cevap” söyleniş biçimini hatırlattı. Müzikte çağrı-cevap düzeni daha önce de sıklıkla kullanılmış. Ne demek istediğime bir örnek vereyim. Bu öyle bir şarkı ki, sanki Tarkan “geççek” diyor ve biz arkasından “geççek” diye hep beraber bağırıyoruz. Bir diyaloga giriyoruz. İletişim kuruyoruz. Dolayısıyla hem el birliği ile verilmiş bir cevaptır bu “geççek” hem de sonunda son perdeden çıkan sesimizdir. Ünsal Hoca’dan müziğin popüler kültürdeki yeri konusunda ders alınca bunu hatırlamak kaçınılmaz:“Özgürleşme umudunun hepten kaybolduğu bu kasvetli ve ağır atmosferde varlığımızı sürdürmemize yardım eden şeydir popüler kültür”. Bu diyalog varlığı sürdürmenin yegane yolu.
Afrika’dan köleleştirilmek üzere gemilerle Amerika’ya taşınan insanların davul çalmaları yasaklanmıştı. Öyle ya davul bir devrimin öncüsü olabilirdi. Ancak kölelerin “çağrı-cevap” müziği hoş görülüyordu. Efendi olanlar bu ritme uyan işçilerin daha iyi çalışabildiğini düşünüyordu. İşçiler verilen görevi yerine getirirken aynı zamanda zamanlamayı da kontrol etmiş oluyordu. Çabuk ezberlenen ve sıklıkla tekrarlanan sözlerden oluşan bu şarkılar çoğunlukla Afrika ilahilerinden çıkıyordu. Bugün protesto gösterilerinde de grupların birbirine soru-cevap şeklinde seslendiğini, bir diyalog içinde olduklarını görürüz. Çünkü diyalog içinde olmak konuşmayı ve dinlemeyi gerektirir. Biz o kadar uzundur konuşmadık ki. O kadar uzun sessiz bırakıldık ki. O kadar uzun dinlenilmedik ki…
Tekrarlanan sözlerin basit ve anlaşılır olması çağrı-cevap düzeninde önemliydi. Blake şiirleri gibi basit, tekrarlardan oluşan ve bu ölçüde de muhalif bir yapıları vardı. Blues müziğinin temelini atan bu “work songs” kültürü dayanılmaz koşullara dayanma gücü veriyor, sesi-sözü önemli olmayan kişilere dil kazandırıyordu. Dile getiremediklerimiz sadece söyleyemediklerimiz değil. Bugün söyleyebileceklerini dinleyecek kişi sayısı az. Sözün değeri ulaşabildiği insanla sınırlı. Sesi ve sözü hep daha çok kişiye ulaştırmak, sesi ve sözü hep büyük harflerle yazmak, kocaman başlıklar atmaya çalışmak, ilgiyi canlı tutabilmek için hep daha cafcaflı imgeye ihtiyaç duymak aslında kişiyi dipsiz bir kuyunun içine atıyor. İnsanın bir başkası ile diyalog içine girebilmesi, bir kişinin bile kendisini anlatabilmesi, bir kişiyle bile iletişim içine girebilmesi önemli ve nadirken çok insanın seni dinlemesine uğraşmak yürümeyi öğrenmeden koşmaya benziyor.
Kimse beni duymadı mı?
Yakınlarda Almanya’da bir ırkçı saldırı yaşandı. Türkiye kökenli genç bir kadın Berlin’in orta yerinde, metro beklerken önce sözlü ardından fiziksel saldırıya uğradı. Olay Alman medyasında geniz yer buldu. Medya öncelikle kadının maskesini takmadığı için darp edildiğini yazdı. Ardından genç kadın olay esnasında çektiği görüntü kaydını paylaştı. Tüm popüler gazetelerin manşete taşıdıkları maske olayının bir safsata olduğu görülüyordu. Hastane yatağından paylaştığı video ile viral olan kadının söylediği bir şey dikkatimi çekti. Metro istasyonunda o anda onlarca insanın olduğunu ve “bana yardım edin lütfen” diye bağırmasına rağmen oradaki hemen herkesin bunu duymamazlıktan geldiğini söylüyordu kadın. Kendisini Yüzyıllık Yalnızlık Romanı’nın kahramanı Jose Arcadio Segundo gibi hissetmiş olmalı. Sesimizi duyuramadığımızda, söyleyeceklerimizi sadece bir sosyal medya balonunun içinde söyleyebildiğimizde üzerimizdeki karabasan hali asla geçmiyor.
Oysa popüler kültür dağları, denizleri aşabiliyor işte. Bir tek kelime binlerce insanın ağzından büyük bir sesle çıkabiliyor “geççek”. Ve hemen karşılığını buluyor karşısındaki kitlede. Bu sebeple Tarkan çağrıda bulunuyor “geççek”, kalabalık cevap veriyor “geççek”. Tek bir sözcükle Edmond Dantes’in, Faust’un dünyasına yolculuk yapıp, V’ye selam veriyoruz. Birbirimize umut vermeye, sırtımızı sıvazlamaya, sesimizin duyulduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Klip herkesin hep beraber oynadığı bir sahneyle bitseydi keşke diye düşünmedim değil. Ancak o noktada da bizi vuran pandeminin zebellah gibi görüntüsü beliriverdi zihnimde.
Hepimiz Kış Uykusu’nun karakteri Aydın gibi ümit vadeden genç sanatçıdan, hayallerini gerçekleştirememiş bir emekliye dönüştük. Oysa neler yapabilirdik diye düşünmediğimiz tek bir günümüz bile yok. Her sıkıntı büyük ama umutsuzluk belimizi büktü. Çünkü asıl travma asla geçmeyecek olduğunu düşünmektir. Tarkan’ın şarkısı birçok sebeple umut vadediyor. Müziğin gündelik hayatın bir yansıması olarak görülebileceği basit bir okumada bile “artık yeter” diye bağırmak isteyen insanların sesini duyabiliyoruz.
Bu şarkı “bize de bir gün kader güler inşallah” demekten farklı bir anlam üretiyor.. Uzun zamandır birbirimize yaptığımız gibi fısıldamıyor. Gümbür gümbür bağırıyor. Ve hayatta yaşadığımız her sıkıntı için sihirli çığlık atıyor: “Geççek”.