Erdoğan Amentüsü

Tayyip Erdoğan’ın bir siyasi şahsiyet olmaktan kutsi bir şahsiyet olmaya terfi ettirilmesi yolunda edindiğim ilk izlenim AKP’nin 22 Mayıs 2016’da yapılmış 2. Olağanüstü Büyük Kongresi’nde oluştu. Hani şu Ahmet Davutoğlu’nun “Pelikan operasyonu”yla partiden saf dışı edilmesi yolunda nihai noktayı oluşturan ve onun başbakanlığı Binali Yıldırım’a devrettiği kongre…

Süreci ana hatlarıyla hatırlayalım: Erdoğan ilk cumhurbaşkanlığı döneminin içindedir. Fakat 7 Haziran 2015 genel seçiminden 1 Kasım 2015 tekrar seçim sürecine, korkulu rüyalar görmüş ve ülkeyi Kürt sorununa ilişkin barış sürecinden savaş sürecine intikal ettirerek yırtmıştır. Davutoğlu’nun o süreçte CHP ile fazla flörtöz takılması onu işkillendirmiş, bu nedenle ta o zamandan hesabı kesmiş ve nihayet 2016 Mayıs’ındaki olağanüstü kongre ile de onun defterini dürmüştür.

Kongre’de karşımızdaki tablo, AKP’nin artık sadece ve sadece “Erdoğan partisi” olduğunu da Erdoğan’ın giderek bir tapınç öznesi haline geldiğini de açık, seçik, net şekilde gözler önüne serer mahiyetteydi.

“Tayyip’in Partisi”

Söylediklerimi temellendirme yolunda, an be an izlediğim o kongreden bazı detayları nakledelim:

Kongrede Divan Kurulu Başkanlığı’na seçilip koltuğa oturan Bekir Bozdağ AKP’nin bir “marka” olduğunu söyleyip (ki artık karşımızda siyasi-ideolojik bir “dava” hareketi olmaktan ziyade ticari-ekonomik bir “marka” olduğunu da doğrulayan noktadır bu!) bu “dünya markası”nı yaratan “Ustaların Ustası”na gıyaben “Selamünaleyküm” diye tazimle seslenerek konuşmasına başladı ve ardından ekledi:

“Ak Parti, Tayyip’in partisidir! Ve var oldukça da ‘Tayyip’in partisi olacaktır!..”

Bununla da kalmadı. Bir faniyi “Bakî” kılmaya dönük tazimkâr konuşmasına, adeta bir “AKP Andı” içercesine ve elbette herkese de içirircesine şöyle devam etti:

“Size sadakatle, açtığınız yolda gösterdiğiniz istikamette, bu kutlu yolda, yolculukta yürümeye azimle devam edeceğiz!..”

Tablo buydu ve tutabilene aşk olsundu!.. Bu “Tayyip ayini”nde final, “Ustaların Ustası”ndan gelen mesajı Bozdağ okurken oldu. Önce o, sonra divan kurulu, ardından salonun ortasındaki delegeler ve nihayet tüm salon ayağa kalkarak okunan mesajı adeta göklerden, ilahi katlardan inmiş bir vahiy gibi dinlediler.

Kongrede bir İstiklal Marşı okunurken ayağa kalktılar, bir de “Usta’nın Mesajı” okunurken…


Sadakat, imandan gelir!

Kuruluşunda daha çoğulcu, çok-sesli ve “dünyevi” bir dokuya sahip olan; Erdoğan’ın da olsa olsa eşitler arasında birinci olduğu AKP’nin tekil, tek-sesli, otokratik ve “kültik” bir “Tayyip Partisi”ne kırılmasının belki de ilk kristalleştiği yerdir 2016’daki bu Kongre… Ve oradan şimdi gelinen noktada AKP Ağrı Belediye Başkanı Savcı Sayan’ın ekranlarda sarf ettiği “Erdoğan’ı ve Bahçeli’yi desteklemek imanî bir görevdir” lakırdısına varılmış olmasını doğrusu pek yadırgamamak gerekiyor.

Sayan’ın temel varoluş prensibi sadakat… Bir başka deyişle Savcı, sadıktır. Dün Baykal’a sadıktı, bugün Erdoğan’a sadık ve yarın da mutlaka sadık olacağı bir başka “kutlu” figür bulacaktır.

Elbette AKP saflarından daha önce de özellikle kendi seçmen kitlelerine yönelik başka benzeri manipülasyonlar kendini göstermiştir. “Bak, yarın bir gün ahirette hesap vermek durumunda kalırsınız!” nev’inden dinbaz gözdağları bu iktidara oy verenlerin kafalarında zaman içinde oluşan soru işaretlerini bertaraf etme yolunda bol bol telaffuz edilmiştir. Ama ilk defa Savcı Sayan ağzı ve “Erdoğan’ı desteklemek imanî görevdir” lafzıyla, söz konusu şahsiyete yönelik ayinsel jestlerin artık bir “amentü” aşamasına yükseltildiğine tanık oluyoruz.

İmanın son şartı: Erdoğan’a inanmak

İmanın esasları (Amentü) bellidir: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve iyiliğin de kötülüğün de Allah’tan geldiğine (kadere) bütün kalbinizle inanmak… Bu esaslar dahilinde “imanî görev” kapsamına girenler de İslam’ın şartlarında belirginlik kazanır ve bilindiği üzere şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir.

Şimdi bunların arasına dünyevi ve insani eksikliklerle, kusurlarla, yanlışlıklarla dolu; üstelik bunu kendi de bildiği için “Ne istedilerse verdim, Rabbim de milletim de beni affetsin” demiş; İstanbul’a ihanet ettiğini de söylemiş; her fırsatta hak helali isteyen bir zatı ekleyerek, onu desteklemenin “imanî vazife” olduğunu yumurtluyorlar. Ve bir Allah’ın uleması da çıkıp “Tövbe de!” diye tepki göstermiyor bu herzeye.

Öyle mi, öyle…


Şirk keyfiyeti

Erdoğan’ı ve Bahçeli’yi desteklemeyi “imanî görev” saymak… Böylece onları tartışılamaz, dokunulamaz, hikmetinden sual edilemez kılmak.

Yüceltmek, ululamak ve “Münezzeh”, yani eksiklerden, yanlışlardan, zaaflardan uzak saymak; aynen Allah gibi…

Bu “keyfiyet”in akla getirdiği tabir, elbette “şirk”.

Malum, şirk ya da müşriklik esasen Allah’ı inkâr değil, ona ek olarak başka varlıkları da inanç, iman, ibadet konusu kabul etmektir.

Peygamber’le savaşan Mekkeli müşrikler de Allah’a inanmaktaydı; ama tek tanrı olarak değil, “üst tanrı” olarak… Ve Allah’ın yanı sıra ilahi özellik yükleyip kendilerine yakın hissettikleri başka varlıklar da vardı.

Yukarıda kaydedilen, Bozdağ’dan Sayan’a açılan söylem yelpazesi tam da bu çerçeveye denk gelmiyor mu?

Bir varlığa desteği “imanî görev” telakki etmek, Mekkeli müşriklerin Allah’ın yetki ve güç verdiğine inandıkları kendi ilahlarına bağlılıklarından ne kadar farklı acaba?..

Cevabı az ve öz, Kur’an versin:

“Allah’ı gereği gibi değerlendiremediler” (Hacc, 74).       

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi