Serhat Güney
ÇOCUKLARIN BİLE BİLDİĞİ ŞEY…
Memleketin az gelişmiş demokrasisinin taşıyıcı kolonu olan particilik oyunu böyledir işte, toplumsal tahayyüllere, dönüştürücü fikirlere, büyük ideallere yer yoktur bu senaryoda. Yoksul bir toplumun gündelik beklentilerini, günün nasıl kurtarılabileceğini anlamak ve bunları halledebileceğine milleti inandırmaktan ibarettir her şey. Böyle böyle bizim siyasi tarihimizin öyküsü gönül çelen vaat paketçikleriyle yazılmış kötü bir müsamereye dönüşmüştür.
Bizim memlekette insanların siyasetle ilişkisi ideolojik olmaktan ziyade (mecburen) pragmatiktir. Yüksek fikirleri ve idealleri hayata geçirmenin bir aracı olmaktan çok gündelik çıkarlarımızın taşıyıcısı ve sürekli değişen yaşam koşullarına uyum sağlamanın doğrudan bir yolu olarak görürüz biz onu. Bizde particilik vardır, topallaya topallaya çok partili siyasal düzene geçtiğimiz zamanlardan beri üç aşağı beş yukarı böyledir bu, ama özellikle 80’lerden sonra iyice belirginleşip kökleşmiştir bu yaklaşım. Kitlelerin genel eğilimi siyaseti partiler üzerinden ve onların kamusal alanda bırakmaya kadir oldukları ayak izinin büyüklüğüne bakarak okumaktır. Politik dünyayı hem partiler üstü, hem de düşünsel ve eylemsel bir mesele olarak görenlerin sayısı azdır. Bunlar ayrıksı ve marjinaldir, ayrıca geçmişe takılıp kalmışlardır ve pek tabii çoğu zaman küçümsenir, işi haddinden fazla ciddiye almakla suçlanırlar. Siyaset erbabının yönetsel faaliyetlere talip olmasının birincil amacı devletin tarafsızlığını yok etmek ve particilik oyununda kendilerinden taraf olanlara çeşitli avantajlar sağlamaktır. Bu denklem içinde siyaset toplum için ‘doğru ata oynama’ sanatına dönüşür. Siyasal partileri, toplumsal, ekonomik ve kültürel fikirlerle şekillendirmek, onları iteklemek, hatta belki de hiç istemedikleri yerlere doğru sürüklemek neredeyse imkansızdır bu coğrafyada. Çünkü particilik oyunu tüm toplumsal mücadele alanlarına, sivil toplumun örgütsel bünyesine kadar sızmıştır. Bizim siyasal toplumsallığımızda tek bir manipülatör var ki, o da particiliktir. İnsanımız partilerin temsil ettiğini beyan ettikleri fikirlere gerçek anlamda itibar etmezler, bunların ne kadar güç elde edebilecekleriyle ve bu sayede dağıtabilecekleri rantla ilgilenirler. Ama bu, toplumun cahil, çıkarcı veya duyarsız olduğunu söylemez bize. Siyasetin siyasallaşamadığını, ta en başından kötü yazılmış bir müsamereden ibaret olduğunu gösterir. Ve beyan edilen fikirlerin belli başlı değerlere, ideallere yaslanmadığını; aksine bir çocuğun kavrama yeteneğinin sınırına kadar basitleştirilmiş olduğunu anlatır.
ANAFİKİR: APOLİTİK POLİTİKLEŞME
Benim particilik müsameresiyle ilk karşılaşmam 80’li yılların başına rastlar. 12 Eylül darbesinden yara bere içinde çıkan demokrasiye pansuman yapmak için düzenlenen ilk genel seçimdeki televizyon münakaşalarının evde pürdikkat izlendiğini hatırlıyorum. ANAP’ın Turgut Özal liderliğinde iktidara geldiği o seçimler siyasetin toplum tarafından nasıl algılandığını ve belki de 80’lerden sonra giderek kemikleşecek olan siyaset konseptinin ve dilinin nasıl şekilleneceğini ima etmesi bakımından özellikle ilginçtir. 60’lı ve 70’li yıllarda siyaseti fikirlerle ve ideallerle buluşturmayı amaçlayan derme çatma girişimlerin ardından senaryonun gerektiği gibi sahneye konmasına yol açan gelişmelerin habercisidir o seçimler. Apolitik politikleşmedir bu senaryonun ana fikri. Televizyon karşısında, en küçük toplumsal çekirdekte ve hiçbir kamusal tartışmanın yaşanmadığı bir ortamda sezgilerle ve fısıltılar arasında verilen bir karardır o. Bir çocuk olarak benim bile kolaylıkla kavrayabileceğim kaygılar ve beklentiler etrafında şekillenmiştir. Siyasetin ne olduğunun veya ne olması gerektiğinin kitleler tarafından bu kadar hızlıca ve kolaylıkla kabullenilebilmiş olması sanırım bundandır.
OCU YA DA BUCU OLMAK: İŞTE BÜTÜN MESELE
Az gelişmiş demokrasilere özgü particilik oyununun en önemli gösterilerinden birisi de seçim mitingleridir. Fakruzaruret içindeki siyasal kamusallığın doyurulduğu ve halkın siyasal aktörlere temas edebildiği belki de tek mecradır bunlar. ‘Baş vadeden’ veya ‘baş sağlayıcı’ olarak liderleri kanlı canlı bir biçimde karşısında gören kitleler bu siyaset oyunundan paylarına ne düşebileceğini görmek ve siyasetçiye ondan ne beklediğini ima etmek için kullanabileceği nadir fırsatlardan birisi olarak algılar bu güç gösterilerini. Çocukluktan çıkmak üzere olan bir yeni yetme olarak ilk kez şahit olduğum mitinglerden birisi 91 seçimlerinde ‘Kutsal İttifak’ olarak seçime birlikte giren Erbakan, Türkeş ve Edebali’nin kürsüye çıktıkları bir meydan toplantısıydı. Hemen önümde konuşmaları takip etmekte olan yaşlıca bir çiftçinin şöyle bağırdığını hatırlıyorum: “Türkeş cumhurbaşkanı, Erbakan başbakan, Edebali meclis başkanı!” Ben ülkenin gidişatını ve siyasetin karmaşık düğümlerini çözmek üzere kafa patlatma kulvarına yeni girmiş, arayıştaki bir yeniyetme olarak kıvranıp dururken, siyaseti böylesine sadeleştiren; fikirlerden, ideallerden, toplumsal tahayyüllerden ve gelecek perspektifinden bağışık biçimde siyasal rolleri bir anda böylesine basitçe dağıtabilen kolaycılık karşısında oldukça afallamıştım. Birkaç hafta sonra gene aynı meydanda bu kez Demirel’i elinde tuttuğu iki anahtarı kalabalıklara doğru sallarken izledim. Herkese bir araba ve ev vadediyordu. O gün eve dönerken otobüste bir komşumuza rastladım, o da benim gibi mitingden geliyordu. Ceketinin yakasındaki Doğru Yol Partisi rozetini görünce, DYP’li misin sen diye sormuştum, bir söz söylememişti ama dudaklarına müstehzi bir gülümseme kondurduktan sonra yakayı ters çevirip gözüyle bir de oraya bakmamı işaret etmişti. Yakanın arkasına iliştirilmiş ANAP rozetindeki o minik arıcıkla göz göze geldiğimde siyaset müsameresinin yepyeni bir veçhesiyle tanışmış olduğumu biliyordum, anlaması hiç de zor değildi, bu kavga özünde kimden, hemen şu an ve bu koşullarda ne alabilirim kavgasıydı, ocu ya da bucu olmak için çok kafa patlatmaya gerek yoktu.
PEK YARATICI VAADLER MANZUMESİ
Memleketin az gelişmiş demokrasisinin taşıyıcı kolonu olan particilik oyunu böyleydi, toplumsal tahayyüllere, dönüştürücü fikirlere, büyük ideallere yer yoktu bu senaryoda. Yoksul bir toplumun gündelik beklentilerini, günün nasıl kurtarılabileceğini anlamak ve bunları halledebileceğine milleti inandırmaktan ibaretti her şey. Böyle böyle bizim siyasi tarihimizin öyküsü gönül çelen vaat paketçikleriyle yazılmış kötü bir müsamereye dönüştü. Batılılaşma idealiyle başlayan, ‘söz milletindir’le el yükselten, ‘toprak işleyenin, su kullananın’ diyen, ağır sanayi ve makineleşme hamlesinden söz eden, toprak reformunu tartışmaya açan siyasetten bugünlere geldik. Sulama rejimleriyle, barajlarla siyaset sahnesine çıkanların yolculuğu hiç gerçekleşmeyecek o meşum iki anahtar vaadinde nihayete erdi, ama siyasette büyük toplumsal fikirleri taca fırlatan pragmatizmimizin kuyusunda düşüş hep devam etti. Miting meydanlarında milleti döner ekmek ve cips sırasına sokan siyasetçileri de gördük, makarna, bulgur, kömür siyasetini de. ‘First lady affı’, bizim oğlana iş, ‘ballı kaymaklı’ ihale, çalınan KPSS, tasarım mülakat, imar barışı, vergi muafiyeti derken, çaya, keke kadar eriştik. Sonuçta siyasetimiz, kurallarını çocukların bile kolaylıkla anlayabildiği bir oyuna dönüştü. Sebastian Haffner, ‘Bir Alman’ın Hikayesi’ başlıklı kitabında şöyle diyordu: “Çocukların siyasi tepkileri, tarihsel açıdan bakıldığında, gerçekten dikkat çekicidir. “Çocukların bile bildiği” şey genellikle, bir siyasi sürecin nihai ve en inkâr edilemez özüdür.” Ve pek tabii ki, böylesi bir siyasi sürecin ne toplumu bir bütün olarak kavrayabilmesi, ne de o kavradığı yerden tutup onu büyük değişimlerin eşiğine taşıyabilmesi mümkündür.