Aslı Kotaman
Bu kadarı da fazla!
Dayanamamak ve başka bir hayatın içinde yaşıyor olmayı istemek. İnsanın kendi hayatının kendine fazla gelmesi. Bir noktada durup “ama bu kadarı da fazla” diye düşünmek. Hangimiz camı, kapıyı açarak “bu kadarı da fazla” diye bağırmak istemiyoruz ki?
Bir hikaye aslında sandığımız gibi içerdikleri ile değil, dışarıda bıraktıklarıyla kurulur. Anlamlı bir bütün, bir akış yakalamak istediğinizde arka arkaya söyleyeceğiniz tüm cümleler ana hikayenin bir parçası olmak durumundadır. Bu sebeple akışı bozacak her ayrıntıyı dışlamak zorunda kalırsınız. Kendimizle ilgili bir hikaye yaratma arzusu bizi bu sebeple yaşayacağımızı bildiğimiz tüm hayal kırıklıklarından uzaklaştırmak ister. Aslında biraz sosyal medyanın kendisi gibi. Oysa insan konuşurken bazen bir cümle söyleyiverir ve kendini şaşırtır. O harika hikayenin içinde bu cümlenin de ne işi var! diye düşünebilirsiniz. Ancak hayat çoğunlukla o dışarıda bıraktığımız cümlelerdir. Bu dışlanan, istenmeyen cümleleri, hayatınızın akışı içinde yeri olmadığını düşündüklerinizi arka arkaya koyup okuduğunuzda korkunç bir bütünle karşılaşabilirsiniz. Bu noktada haykırarak bu hayata dayanamıyorum demek bile isteyebilirsiniz.
Bir ben mi yanıldım?
Bu duygu yeni bir duygu değil. Yaşadığımız hayatın içinde bir yenilgi gibi hissetmek, hayatımız büyük bir kayıpmış gibi düşünmek ve neye, nasıl yetişeceğini bilememek duygusundan bahsediyorum. Bir noktada elindekilere bakıp, inanamamak. Çalışarak hiçbir şey kazanamamaya duyulan yılgınlık. Üstelik buna eklenen geleceğin belirsizliği ve her günü, o günü kurtarma çabası ile geçirme arzusu. Toplumsal sorunların sonunda gelip gelip bizim kapımızı çalması. Bizim durup “bir ben mi yanıldım? Ben ne yapacağım? Bu kadarı da fazla!” diye düşünmeye başlamamız. Mutlu olmalıydım, olamadım. Benim hikayem nerede? Dışarıda bıraktıklarım, içeriye aldığım cümlelerden fazla mı olacak?
Kiminle konuşsam, kol kanat kırık. Kiminle konuşsam gam keder dolu bu günlerde. Konuşma aralarına gizlenen “iyi ki yurt dışındasın” serzenişlerini anlamamak imkansız. Bu hayatın bir anında durup, neden her şey şu an olduğu gibi? Ben hep iki yolun yanlış olanını mı seçtim? Bir hayatım daha olsa nasıl olurdu? En baştan başlasam ne değişirdi? 1, 10, 100 milyar dolarım olsa ne yapardım? Hangi seçimlerim beni ben yapan seçimler? Sahip olduğum her koşul değişse, benden geriye ne kalır?
Felsefe ve psikanaliz metinleri bu soruyu sordu sordu durdu. Kurgu ile ilgilenen herkes cevabını kitaplarda ve filmlerde aradı. Ama ne dedik? Onlar cümleleri dışarıda bırakan hikayelerdi. Oysa bizim elimizde içerideki ve dışarıdaki kelimeler var.
İnsanlığın öyle bir noktasına geldik ki. Birbirimizi anlamak için, dinlemek için empati derslerine, etkili dinleme derslerine ihtiyacımız var. Geleneksel olana inancımız hızla kayboluyor. Eskiden çocuk büyütürken, içinde yaşanılan kültür, anne ve babaların yol göstermesi yeterli olurdu. Bugün çocuklarla ilgili kitapların satışı arttı. Demek insanlar kendilerine yol göstermesi için kitaplara güveniyor. Buraya kadar anlamlı ve güzel. Ama benim altını çizmek istediği bu değil. Bu başka bir anlama daha geliyor.
Cevaplar nerede?
İnsanlar kendi bilmedikleri bir şeyi başkalarının bildiğine dair de bir inanç besliyor. Cevaplar hep bir yerlerde. Sadece bizde değil. Herkesin bir hikayesi var ama ben elimde cümlelerle kalakaldım. Bu cevapsız sorulara cevap arama bazen yorucu bir tempo ile devam ediyor. Sadece çocuk yetiştirme konusunda değil, her konuda bu durum bir kırılma yaşıyor. Tahammül edilmesi gereken çok fazla şey var. Beklenti çok. Ama bunların hepsiyle nasıl başa çıkacağımızı bilmeliyiz. Gündelik hayatın bütün unsurlarına tek tek dayanmaya çalışma çabası içinde, sıklıkla yenik düştüğümüzü hissediyoruz. Adam Philips bu duyguyu açıklarken, fazlaca hayal kırıklığı, fazla olumsuz duygu, az sevgi ve az başarı, diye tanımlıyor. İnsanların bugün psikanalistlere ya “belki de abartıyorum ya da ne yapsam hiçbir şey hissedemiyorum” duyguları ile geldiğini anlatıyor.
Ya biri ya diğeri. Ama hep soru kendimizle ilgili. Ben neyi yanlış yapıyorum? Ben neden başaramıyorum? Oysa hayat nadiren bizimle ilgili. Hatta hayatın öznesi çok nadir anlarda biziz. Bu sebeple başrolde olduğumuz birkaç güne anlam yüklemiyor muyuz? Diploma aldığımız gün, doğum günümüz, evlendiğimiz gün, çocuğumuzun olduğu gün o günleri özel fotoğraflarla ölümsüzleştirme çabamız aslında o gün hissettiğimiz kendi hayatımızın direksiyonunda hissettiğimiz duygusunun tüm hayatımıza yayılmıyor olması. Oysa konu duygulara gelince. Neden ben? Çünkü bazen duygularımız olması gerektiğinden fazla ya da az. Peki olması gerekeni kim tanımlıyor?
Sanki ülke sürekli bağıra bağıra ağlıyor. Biz normal insanlar bu bağırışlara çare arıyoruz. Biri bağırıyor, seviyoruz onu, çok ağlıyor, bir şey yapmalıyız. Bazen ise bu ağlayışlar çok. Buna dayanamıyorum, artık susmalı diyoruz her birimiz. Susmuyor, gece gündüz devam ediyor, feryat figan. “Ellerimde yitip gidiyor ağlamaktan. Baksana kaskatı kesildi” düşüncelerine “Artık susmalı, benim derdim bana yeter” serzenişleri ekleniyor. Çünkü yazılacak bir hikayemiz var.
Ve yine o duygu geliyor. Ben mi yapamadım? Ben mi susturamadım? Yine Philips, insanın kendine fazla gelmesi duygusunu anlatırken en büyük hayal kırıklarından birinin sevdiğin birinin sana dayanamaması, sana ilgi göstermemesi, ona fazla geldiğini düşünmesi olduğunu söylüyor. Belki de ülkece hissettiğimiz duygu biraz da bu. Ne yaparsak yapalım işleri yoluna koyamıyoruz. Bize dayanamıyor, bizi sevmiyor ve hiçleştiriyorlar. Buna karşı canla başla savaşanlarımız, kendinden vazgeçenlerimiz var. Ama her gün bir yenilgi haberi alıyor gibiyiz. İçinden çıkamadığımız bir yastayız. Ara ara silkinip, kuşlara, ağaçlara methiyeler düzüyoruz. Ama yine çekiliyoruz o kederin içine. Umudumuz kayboluyor. İyi olmaya çalıştığımız günler geride kalmıştı. Şimdi mutlu olmaya çalıştığımız günlerde geride kalıyor işte. Yerde ancak hayal kırıklarının da kırık camları duruyor.
İnsa edilmedi!
Unbuilt - inşa edilmemiş, anlamına gelen bir kavram kullanılıyor. Yapılmamış ama tasarıda var olan bir bina mesela. Başarılamamış bir birliktelik. Okunmamış bir bölüm. Bilinmeyen bir dil. Yapmadıklarım, beni ben yapıyor ve onları yapmamış oluşum aslında beni farklı bir ben yapıyor. Peki ya yaşamak isterken yaşayamadıklarımız? Aslında hepimiz orada değil burada olduğumuz için başka başka hayatların içinde düşüyoruz ve hiçbir şey herkese yetecek kadar değil. Sanki seçimlerden de az var. Bin kişi bir seçime saldırıyoruz. Ama ilk kapan seçmiş oluyor. Seçim bile yapamıyoruz.
Hepimiz kocaman hayatımızın içinden birkaç iyi hikaye ama çokça cümle çıkacağını bilmeliyiz. Hayat müdahale edemediklerimiz, düzeltemediklerimiz, yetemediklerimizle bizim üzerimizde tepinip, bizi silindir gibi ezerken hikaye yaratmak çok zor. Her bir küçük daireyi çizdiğiniz an bir şeyleri dışarıda bırakıyor ve bir şeyleri içeriye alıyorsunuz. Ama sıklıkla o daireler bizi dışarıda bırakarak çiziliyor. İçeriye girdiğiniz anlarda da başkalarını dışarıda bırakmak pahasına oradasınız. Bunu hep bilmek bile bir dalga yaratabilmek demek. Peki sorum şu: şimdi, hep hikaye yazamayacağınızı anladığınızda, elinizdeki cümlelerle ne yapacaksınız? Ve başkalarının cümlelerini de sevebilecek misiniz?