Tayfun Atay
Bir Lilit tiradı: “Kimsin La Sen?!”
Kadının “insanın yarısı” olduğunu reddetmekle başlayacak her şey… Çünkü, hep yazdığımız-söylediğimiz gibi, insanlığımızdan eksilerek erkek ya da kadın oluyoruz ve her kadında her erkekte insanlığın bastırılmış birer yarısı derinlerde acı içinde inim inim inliyor. Ataerkil hodkâmlık, hoyratlık ve gaddarlık, kâh “kadın insanın yarısı” diyerek, kâh “adam gibi-madam gibi” şeklinde kaba lafızlara geçit vererek bu bastırılmışlığı pekiştirdikçe pekiştiriyor. Bırakmıyor, kadın da erkek de yarım değil tam insan olsun. Özdemir Asaf’ın deyişiyle: “Niçin bırakmazlar bizi insan-insan//Seni de beni de kırdılar insan-insan…”
Tevrat’ın başlangıç kitabı olan “Tekvin”de insanın yaratılışıyla ilgili birbirini izleyen iki bapta bir çelişki dikkat çeker. Bap 1’de Tanrı’nın insanı kendi suretinde erkek ve dişi olarak ayrı ayrı yarattığı yazılıdır (Tekvin, Bap 1: 27-28). Bap 2’de ise herkesçe gayet popüler şekilde bilindiği üzere Tanrı önce erkeği yaratır ve onu cennet bahçesine koyar, sonrasında onun yalnızlığının iyi olmadığı gerekçesiyle ona bir yardımcı olarak onun kaburga kemiğinden kadını “yapar”. Erkek (Âdem) de der ki “Şimdi bu benim kemiğimden kemik, etimden ettir; buna Nisa [Kadın] denilecek, çünkü o İnsandan alındı” (Tekvin, Bap 2: 7-25).
İbrahimî dinlerin temel kaynağında erkek ve kadının yaratılışına dair beliren çelişkinin aşılması yolunda, aslında üç din kitabını da beslemiş olan ve Sümer’den Babil’e, Mısır’dan Pers’e açılan yelpazede kökleri çok gerilere sürülebilecek Yahudi-İbrani mitolojisinin bu kutsal metinlere sirayet etmemiş parçaları imdada yetişir.
Buna göre ilk insan Âdem’in Havva’dan önce bir başka karısı vardır ve Tekvin’in birinci babında onunla birlikte yaratıldığı zikredilen kadın budur. Adı “Lilit”tir ve Lilit, İbranice (Lilith) “dişi gece varlığı/cini” anlamına gelir. İsim sadece Tevrat’ta ve bir tek yerde (İşaya 34: 14) geçmektedir (Türkçe çeviride, “gece canavarı” denmiş).
Hemen tahmin edileceği üzere bu dişi-varlık, karanlıkla, kötülükle, şeytanilikle özdeş, içli-dışlı, sarmaş-dolaştır. Öyle ki kutsal kitaplarda yer alan ”Cennet’ten kovulma” anlatısında, Havva’yı yasak meyveyi yemeye ayartanın da aslında yılan kılığına girmiş Lilit olduğu söylenir.[1]
Boyun eğmem denizde boğulurum, daha iyi!
Peki neden böyle kötü, karanlık ve şeytanidir Lilit?
Çünkü o, Tanrı tarafından insan olarak ayrı ayrı yaratıldıkları, dolayısıyla aynı değerde oldukları için Âdem’e tâbi ve onun karşısında sus-pus değildir.
Çünkü o, eşitlik istemekte, erkeğin üstünlüğünü reddetmektedir.
Çünkü o, boyun eğmemekte, cinsel ilişkide bile erkeğin altına yatmaya razı olmamaktadır.
Âdem ise Lilit’i edilgen “toprak”, kendisini ise göklerden yağan bereketli “tohum” sayarak yatakta da hayatta da üstte olmak istemektedir.
Hâl böyle olunca Lilit, Âdem’e “Kimsin la sen” der ve Tanrı’nın söylenmesi yasak adını (YHWH) telaffuz ederek, böylece kendisine yönelik ilahi “kader plânı”na da isyanla kaçar gider
Âdem derhal ilahi makama şikâyette bulunur ve Tanrı üç meleğini Lilit’i geri dönmeye ikna etmeye gönderir; aksi taktirde onun her gün 100 çocuğu ölecektir.
Lilit, Âdem’e geri dönüp ona boyun eğmektense, denizde boğulmayı yeğleyeceğini belirterek son noktayı koyar.[2]
Ataerkilliğe isyanın adı: Lilit
Sonrası beklendiği gibidir: Lilit tanrısal düzence lanetli, şeytanla düşüp kalkan, insanları ve özellikle hamile kadınları punduna getirip onlara musallat olan kötü-karanlık-kadın varlık olarak tarif edilir, tasarlanır. Çağlar boyunca doğudan batıya, kuzeyden güneye her yerde ve zamanda onun muadilleri bulunur. Anadolu halk kültüründe yaygın “Alkarısı”/“Albastı” inancı da Lilit’in bir uyarlaması sayılabilir.
Ataerkil ilahiyat ne derse desin, işin özü şu ki hiç mi hiç ezeli ve ebedi olmayan erkek iktidarına karşı ta işin başında çekilmiş ilk isyan bayrağının sembolik adıdır Lilit.
Lilit, haklarını savunan özgür kadının adı.
Erkeklerin Tanrı’yı alet ederek belirledikleri düzene karşı gelen kadının adı.
“Âdemoğulları”nın kendisine biçtiği edilgen, tâbi, teslimiyetçi, ezik, suskun rolü reddetme cesareti gösteren kadının adı.
Özgürlüğü için cenneti terk etmeyi göze alan kadının adı.
Kimi zaman Salem’in cadıları, kimi zaman “Kara Musa” Harriet Tubman, kimi zaman Sojourner Truth, kimi zaman Elisabeth Cady Stanton, Lucretia Mott, Mary Wollstonecraft...
Kimi zaman, “Kadının darağacına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da vardır” diye diklenen Olympe De Gouges…
Ve işte şu ahir zamanda, ozan Hasan Hüseyin’in deyişiyle, “Şu benim her yanı bin dert açan çıra çakmak ülkemde” de kürsüye çıkıp kadın yürüyüşünü yasaklayan kaymakama “Kimsin la sen” diye patlayan Sera Kadıgil.
Kadın tastamam insandır
Sera Kadıgil’in baştan sona adeta bir “tirat” gibi akıp giden konuşmasına sebep oluşturan 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü münasebetiyle Tayyip Erdoğan da bir konuşma yaptı ve “Kadın insanın yarısıdır” dedi.
Tam da kendi kaburga kemiğinden yapılmış Havva’yı gördüğünde Âdem’in, “Bu benim kemiğimden kemik, etimden ettir, ona Nisa [yani “Kadın”] denilecek, çünkü İnsandan [yani “Erkek”ten] alındı” demesini anıştırır bir ifade, öyle değil mi?!..
Erdoğan’ın burada “İnsan” derken özde “’Âdem” deyip demediği spekülasyonunu sizlere bırakalım, biz kendi diyeceğimizi diyelim: Kadın insanın yarısı değil bütünüdür.
Kadın tastamam insandır.
Bir yarım efendi, diğer yarım köle!
Kadını ve erkeği insan “yarım”ları olarak aldığınız noktada başlıyor zaten kadınlık ve erkeklik kimliklerinin kültürel, politik ve de asimetrik (eşitsiz) inşası.
Yarımlardan birine “mavi”yi, yani masmavi hayatı; diğerine “pembe”yi, yani pespembe hülyaları layık görüyorsunuz.
Yarımlardan birine şiddeti, diğerine şefkati hak görüyorsunuz.
Yarımlardan birine ussallığı, diğerine duygusallığı münasip görüyorsunuz.
Yarımlardan birini tekin (uğurlu) diğerini tekinsiz görüyorsunuz.
Ve neticede yarımlardan birine iktidarı, diğerine tabiyeti; birine sahipliği, diğerine köleliği; birine efendiliği, diğerine hizmetçiliği bâki görüyorsunuz.
Yarımlardan biri, diğerinin elinin kiri.
Yarımlardan biri, diğerinden eksik etek…
Yarımlardan biri “tohum”, biri “toprak”.
O yüzden biri, diğerinden ne sopayı ne “sıpa”yı eder eksik!..
Adam mısın “madam” mı?
Birbirinin “insan yarısı” diye tanımladığınız erkek ve kadın “yarım”ları birbiriyle birleştiren sözleriniz bile onların birini gözetip över yüceltirken diğerini ezip aşağılar ve hakir görür.
“Erkek gibi kadın” dediğinizde söz gelimi, aslında kadını değil erkeği/erkekliği yüceltirsiniz. “Kadın gibi erkek” dediğinizde de aynı şekilde, erkeği değil aslında kadını/kadınlığı aşağılarsınız.
Ve aynı doğrultuda “yarım”lardan birine binaen “Adam gibi ölmek” lafzını…
Diğerine binaen “Madam gibi ölmek” lafzını işlerliğe sokarsınız.
“Adam”ın ameli ve emeli
O yüzden Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan zatın kadın hakkında, kadınları ilgilendiren bir günde, kadınlardan müteşekkil bir topluluğa yönelik konuşmasındaki “Kadın insanın yarısıdır” şeklinde nispeten steril cinsiyetçi dilini, onun cinsiyetçiliğini çok daha “çıplak” faş eden altı yıl önceki sözleriyle buluşturup sentezlemek gerekir.
Ne demişti Erdoğan 2016’da Trabzon’da karşısında sapır sapır toplanmış coşkun bir erkek kalabalığına, hatırlayalım:
“Bir, adam gibi ölmek var, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim ama adam gibi ölelim.”
“Adam gibi” ve “madam gibi” ayrımını böyle feci şekilde ve belli ki sadece ölmeye değil yaşamaya endeksli de işlerliğe sokacağı gayet aşikâr olan bu zihnin, insanın “kadın yarısı”nı “erkek yarısı”na tâbi, teslim ve mahkûm etmekten öte emeli de ameli de olmaz.
Zaten “en büyük kariyer çocuk doğurmak”, “en kutsal görev annelik”, “eşitlik fıtratta yok”, “kız mı kadın mı belli değil”, “sürtük” ve daha nice ifade, bu emelin ve amelin bariz dışavurumları sayılabilir.
Niçin bırakmazlar bizi insan-insan…
Hayır, yaşayacaksak da öleceksek de ne “adam gibi” ne “madam gibi” ama insan gibi yaşayacak ve öleceğiz!..
Kadınlık, kadının “insanın yarısı” olduğunu reddetmekle başlayacak.
Hep yazdığımız-söylediğimiz gibi, insanlığımızdan eksilerek erkek ya da kadın oluyoruz ve her kadında her erkekte insanlığın bastırılmış birer yarısı derinlerde acı içinde inim inim inliyor.
Ataerkil hodkâmlık, hoyratlık ve gaddarlık, kâh “kadın insanın yarısı” diyerek, kâh “adam gibi-madam gibi” şeklinde kaba lafızlara geçit vererek bu bastırılmışlığı pekiştirdikçe pekiştiriyor.
Bırakmıyor, kadın da erkek de yarım değil tam insan olsun. Özdemir Asaf’ın deyişiyle:
“Niçin bırakmazlar bizi insan-insan,
Seni de beni de kırdılar insan-insan…”
“Yalova Kaymakamı, büyüktür, Anayasa”
Bitiriyoruz ama böyle bir yazıyı ne kadar şair de olsa edip de olsa “insan” da olsa bir erkekle noktalamak olmaz.
Elbette son söz, o müthiş tiradıyla Lilit’in:
“Yaşadığımız; biz kadınların, gençlerin, hayvanların, doğanın katliamına sebep olan şeyin adı, adıyla-sanıyla erkek terörüdür. Kendini hiyerarşik olarak bütün canlıların üstünde gören, bütün canlıların üzerinde her türlü tahakküm ve tasarruf hakkı olduğunu düşünen canlı türü olan erkeğin, erkek aklının kurduğu ataerkil düzenin bir terörüdür bizim yaşadığımız şey… O erkek ki tüm varlıklar içinde en akıllısı, en ahlâklısı, en çok yaşamayı hak edenidir; o ki yapıp ettiklerinin, çalıp çırptıklarının, yakıp yıktıklarının hesabı görülemez kutsal bir varlıktır. Bu zihniyet bizzat sarayda yaşayan zat-ı muhteremin ağzından, kadın ve erkeğin eşitliği fıtrata ters sözlerinden kendini açıkça ifade ediyor. Başımızdaki belanın adını doğru koymak lazım. Bu belanın adı mülkiyet aşkıdır. Her anlamda mülkiyet aşkıdır. Erkeklerin hem bir şeylere sahip olma aşkıdır, hem bu bir şeylere sahip olma aşkını besleyen düzenin içinde kadına çocuğa sahip olma aşkıdır. Bize kutsal aile diye satmaya çalıştıkları şey tam da bu! Eğer genç bir kadınsanız babanızın sözünü dinleyeceksiniz, sokaktaysanız abinizin sözünü dinleyeceksiniz, evlenince kocanızın sözünü dinleyeceksiniz, yetmedi oğlunuz oldu, onun sözünü dinleyeceksiniz. Neden? Çünkü fıtrat böyle!.. Bakın bugün 25 Kasım. Ülkenin dört bir yanından eylem çağrıları yapılıyor. N’apıyor devletimiz bu dayanışmayı ortadan kaldırmak için?.. Utanmadan mesela bugün Taksim’de yapılacak kadın yürüyüşünü yasaklıyor. Bugün geldiğimiz, saray rejimi açısından durum şu: Yalova kaymakamı, büyüktür, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası! Buradan Meclis’in kürsüsünden açık açık soruyorum: Beyoğlu Kaymakamı, kimsin sen kardeşim? Kimsin la sen?!.. Anayasa’sı var bu ülkenin. Herkes önceden izin almaksızın basın açıklaması yapmak, eylem koymak hakkına sahiptir. Anayasa bu Anayasa! Sen kimsin? Bir kişi tarafından atanmış bir ilçe kaymakamı…”
[1] Aydan Sümercan, Tanrıçanın Gölgesinde, Lâl Kitap, 2012, s. 39-43.
[2] Fiona Bowie, The Anthropology of Religion, Blackwell Publishing, 2006, s. 278-9.