Tayfun Atay
Akbelen’in ağaçları ağlar Allah deyu deyu!
Güneşi, havayı, toprağı, suyu “Hak” saymak; taşı, ağacı, ırmağı, ormanı kutsal bilmek; ağaç yaprakları üstünde Allah’ın belirtilerini bulmak… Eğer böyle bir insanlık halinin içindeyseniz ağaçların bir dalına/yaprağına dahi dokunmaya gönlünüz el vermez. Gel gelelim böylesi bir insanlık halinin içinde olanlar bugün Akbelen’de katledilip devrilmiş ağaçlara aşkla sarılabilmek yerine ne yazık ki canlarından can gitmişçesine acı ile sarılıyorlar! Çünkü güneşi-havayı-toprağı-suyu değil, parayı, betonu, rantı ve kârı “Hak” sayan, ormanı kutsallaştırmak yerine metalaştıran bir zelil insanlığın tasallutu altındayız.
Antropolojik olarak 2 buçuk milyon yıllık varoluş tarihi içerisinden bakıldığında insanın ormanla ilişkisinin başlıca iki biçimi olduğu söylenebilir. Bir tanesi, ormana tapan, ona ibadet eden insanlık halidir. Diğeri ise ormanı yakan, onu kesip katleden insanlık hali…
Ormanla kurduğumuz bu ilişki biçimlerinden ikincisini çok fazla açıklamaya-tariflemeye gerek yok, hepimiz gayet iyi biliyoruz. Dünyanın hemen her yerinde “modern-endüstriyel-uygar” insanın bir “amel”i olarak bunu bol bol örneklemek mümkün. Yaşadığımız coğrafyadan halihazırda en kahredici örnek de günlerdir dehşet, acı ve öfke içinde takip ettiğimiz Akbelen Katliamı olarak karşımızda.
Ama birincisinden, yani ormana tapan insanlık halinden çok haberdar olduğumuz söylenemez. Bazı antropolojik kaynaklarda yer almanın ötesinde bunun kamuoyunun gündemine pek geldiği de söylenemez. Oysaki içinde bulunduğumuz korkunç “çevrekırım” tablosu karşısında hatırlatılması ve elden geldiğince öne çıkartılması gereken “alternatif” bir insanlık hali bu. Doğaya gaddarca ve alçakça tahakküm kuran “modern” insanlık ve onun yerli-dinbaz sürümlerinin aksine, doğaya şefkatlice, tevazu içinde yani alçakgönüllü olarak teslim ve tâbi olan bir insanlık hali…
Biraz bundan bahsedelim, sonra yine yakıcı/katledici, doğa ve orman zararlısı insanlık haline döneriz!..
“Ormanın çocuklarıyız biz!”
Orta Afrika-Kongo’daki Ituri Yağmur Ormanları içinde yaşayan Mbuti yerlilerinin son derece ibret alınması gereken bir inanç sistemi vardır. Dünyanın en kısa boylu insanları olarak kaydedilen Mbutiler, "Orman"a inanırlar!..
Avcılık-toplayıcılıkla geçinen bu insanlar için bir parçası olarak içinde yaşayıp bitki ve hayvanlarıyla beslendikleri orman, tanrıya karşılıktır. Antropolojik din tanımlamasında en asgari çerçeve olan doğaüstü, soyut ve aşkın bir varlığa inanç Mbuti dünyasında yoktur. Onlarda tapınma, en doğal, en maddi ve en somut varlık olan ormanadır.
Bir salgın hastalık ya da avda verimsizlik karşısında Mbutiler ormanı uyandırmaya, onu hoşnut etmeye dönük bir festival düzenlerler. Bu onların yaşamındaki yegâne ayindir. Hep birlikte şarkı söyleyerek ormandan memnuniyetlerini ifade eder, iyi olan her şeyi sunduğu için ona hürmet, muhabbet ve “iman”larını dışa vururlar:
"Orman ana ve babadır, çünkü o verir bize muhtaç olduğumuz her şeyi... Yiyecek, giyecek, barınak, sıcaklık ve şefkat... Ormanın çocuklarıyız biz! O ölürse biz de ölürüz".(1)
Ormana tapan insandan ormanı yakan insana…
Mbutilerin orman inancı, insanın henüz doğadan tam bir kopuş içinde olmadığı, bir parçası olarak doğaya tâbi olduğu bir hayatın "tinsel” (manevi) karşılığı sayılabilir. Kuşkusuz bugün çok geride kaldığını düşündüğümüz bir hayatın inanç örüntüsüdür bu. Uzayın fethine çıkmış, dünyayı bir “elektronik ağ”la sarıp sarmalamış, makineleri insanlaştırma aşamasına gelmiş “modern” insan için bu hayat ya egzotik ilgi ya da karikatürize değer taşır.
Ama bu "modern" ve "uygar" insanın işte en son Akbelen’de görüldüğü üzere yapıp ettiklerini; “büyüme-kâr-kalkınma” zehrinin etkisinde gerçekleştirdiği ağaç katliamını gördükçe Mbutilerin “Orman İnancı”dan öğrenilecek çok şey olduğunu öne sürmek kaçınılmaz.
Mbutiler için "ilahi" olan, öz itibarıyla kuşlar, böcekler, yılanlar, balıklar için ne ise o; yani onları koruyan, besleyen, yaşatan doğadır. Kuvvetle muhtemel ki tarihöncesi dönemlerde tüm insanlık için de böyleydi.
Bu durum ilkin 10 bin yıl önce gerçekleşen "Tarım Devrimi"yle değişti. Tarım, yani "yiyecek üretimi"yle birlikte insanlığın büyük bir kısmının doğayla ilişkisi farklılaştı. Bu “yeni” insan doğaya tâbi değil hâkimdi artık ve hâkim olup istediği gibi kullandığı doğayı kutsaması da imkânsızdı. Aksi halde ormanı “tarla”ya dönüştürmek mümkün değildi ki?!..
İlk orman katliamları böyle başladı ama bu endüstri devrimi sonrasıyla kıyaslandığında yine de devede kulak kaldığı söylenebilecek bir “çevrekırım kapasitesi” idi. İnsanın yapıp ettikleriyle doğanın kanseri olma, yeryüzüne ölümü indirme, küresel iklim kıyametine yol açma sürecinin önü elbette esas endüstri devrimiyle açılmıştır. Ormana tapan insandan ormanı yakan insana, ağaçlara aşkla sarılan insandan ağaçları katleden insana sanayileşme ve ona hem doğuş veren hem de onunla iyice gemi azıya alan kapitalizmle gelindi.
Ağaç, ne muradın varsa verir!
Yukarıda “ağaçlara aşkla sarılan” insan ifadesini kasıtlı kullandım. Çünkü bugün Akbelen’de insanlık adına bir utanç olarak karşımızda duran ve geleceğe yönelik büyük ümitsizliğe sevk eden tabloya karşın, bu topraklarda ağaca aşkla sarılmayı “vaaz” eden, böylece ümidi topyekûn yitirmemeyi vaat eden bir insanlık hali de hâlâ mevcudiyetini sürdürmekte.
2019 yılında Dersim’in Pülümür’ünde düzenlenen bir “Aşure Etkinliği”nde tanıma mutluluğuna eriştiğim Hacılı Köyü Pir Sultan Dergâhı sakini, “Pir Sultan Ocağı evladı” Mehmed Çelebi Dede, karşısında omuz omuza saflar oluşturup oturmuş topluluğa şöyle hitap etmekteydi:
“Taşa sarıl, ağaca sarıl, aşkla-gönülle sarıl! O senin muradını verir!..”
Dersim’e özgü “Yol” (Raa Haqi) inancının yanı sıra daha genel çerçevede Anadolu Aleviliğinin bütününde de tespit edilebilecek panteistik ya da paganistik inanç motiflerinin, daha anlaşılır ve çarpıcı deyişle “doğa tapımı”nın asırlar boyunca dilden dile süzülerek günümüze kadar gelen dışa vurumlarıdır yukarıdaki sözler… Ve, yine Dersim coğrafyasından bir seslenişle, şu temel itikada dayanır: “Hak, çar [dört] ana sırdır: Güneş, hava, toprak ve su, ‘Hak’tır.”(2)
Allah, ‘Muhît’tir
Peki doğaya, ormana, ağaca dinsel ya da tinsel çerçevede böylesi “müşfik” yaklaşım sadece bu sıraladığımız ve onların benzeri inanç örüntüleriyle mi sınırlı? Söz gelimi İslam düşüncesi içerisinde aynı doğrultuda bir yaklaşımın hiç mi yeri yok?..
Olmaz olur mu?!.. Bakın çağdaş İslam düşüncesi ve İslami çalışmalar alanının abide isimlerinden Prof. Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir Emanet başlıklı çok değerli bir derleme kitaba yaptığı katkıda kendini “Müslüman” olarak tanımlama derdindeki kişilerin, otoritelerin, yönetimlerin doğa söz konusu olduğunda nasıl hareket etmesi gerektiğine ilişkin ne diyor:
“İslam’a göre her varlık hak sayesinde var olur ve doğasının gereği olarak hak sahibidir. Aynen hayvanlar gibi, ağaçların, hatta ırmakların ve dağların hakları vardır. Doğayla ilişkiye girerken insanların her yaratığın haklarına saygı göstermesi ve gereğini yerine getirmesi gerekir. (…) Ağaç yaprakları üstünde, dağların yüzünde, hayvanların vücut hatlarında, ayrıca rüzgârların sesinde ve usulca akan çaylarda Allah’ın belirtilerini bulmak mümkündür.” (3)
Aynen Nasr gibi, üstelik ondan yüzyıllar önce bizim bu toprakların maneviyat pınarlarından Yunus Emre de doğada Allah’ın tezahürüne ilişkin benzeri bir duyarlılığı dile getirmiyor mu şu deyişiyle:
“Şol cennetin ırmakları,/Akar Allah deyu deyu./Çıkmış İslam bülbülleri,/Öter Allah deyu deyu…”
Prof. Nasr, Allah’ın 99 güzel ismi (esmâ-ı hüsna) arasında yer alan “Muhît”e de vurgu yapmakta mevzubahis yazısında… Muhît, bir şeyin etrafını çeviren, bir şeyi, bir hususu bütün yönleriyle bilen anlamında Kur’an’da yer alıyor. Bununla birlikte bilindiği üzere muhît, saran-kuşatan-çevreleyen anlamlarının yanı sıra “çevre” anlamına da gelmektedir ve tüm canlılıkla birlikte insanı çevreleyen doğa da “muhît”tir.
İşte bu doğrultuda Nasr, yazısında son söz olarak diyor ki “Allah, tam anlamıyla ‘çevre’mizdir”. (4)
Eşerr-i Mahlûkat
Güneşi, havayı, toprağı, suyu “Hak” saymak… Taşı, ağacı, ırmağı, ormanı kutsal bilmek… Ağaç yaprakları üstünde Allah’ın belirtilerini bulmak…
Mbuti’sinden Müslümanına, eğer böyle bir insanlık halinin içindeyseniz ağaçların bir dalına/yaprağına dahi dokunmaya gönlünüz el vermez. Gel gelelim böylesi bir insanlık halinin içinde olanlar ne yazık ki bugün Akbelen’de katledilip devrilmiş ağaçlara aşkla sarılabilmek yerine, canlarından can gitmişçesine acı ile sarılıyorlar!..
Çünkü güneşi-havayı-toprağı-suyu değil, parayı, betonu, rantı ve kârı “Hak” sayan, ormanı kutsallaştırmak yerine metalaştıran bir zelil insanlığın tasallutu altındayız.
Teknokapitalizmi “Ya Allah Bismillah” nidalarıyla bağrına basıp içselleştirmiş bir dinbaz insanlığın tahakkümü altındayız.
Kendini “eşref-i mahlûkat” sayan, ama Allah’ın “Muhît”, yani “Çevre’miz” olduğunu inkâr edercesine yeryüzüne yaptıklarıyla “eşerr-i mahlûkat” (yaratılmışları en kötüsü) diye yaftalanmayı çoktan hak etmiş bir rezil insanlığın tagallübü altındayız.
1 D.G. Bates ve E.M. Fratkin, Cultural Anthropology, 1999, s. 388.
2 Ayrıntılar için bkz. T. Atay, Doğadan Duaya: İnancı Gözlemlemek içinde “Tapılacak En Kutsal Varlık Doğadır” yazısı, Oğlak Yayıncılık, 2020, s. 17-22.
3 S. H. Nâsır, “İslam, Günümüz İslam Dünyası ve Çevre Krizi”, İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir Emanet içinde (Haz. R. C. Foltz, F. M. Denny ve . Baharuddin), Oğlak Yayınları, 2007, s. 110-111.
4 S. H. Nâsır, aynı yazı, s. 118.