Pelin Batu
Şükûfe Nihal : Kim ister Pygmalion Olmak?
“İşte sana çılgın bir çocuk dediler; işte sana neşesiz, soğuk dediler; Sana dalgın ve hissiz, aptal dediler; Bir nefesle kırılır bir dal dediler…Sana hem güzel hem de çirkin dediler; Sana bazı genç bazı geçkin dediler; Sana çapkın, sana şuh, olgun dediler, Kalbi bir aşk ile dolgun dediler; Dediler…Hep Dediler; diyecekler de…Seni kim anlayacak…” (“Kadın Sen Nesin,” 1928)
Sanırım Şükûfe Nihal’i de kimse anlamadı. Zaten belli ki o da anlatmak istemedi zira hayatının son dokuz yılında “sessizlik andı” içmiş ve konuşmayı tamamen kesmişti. Sonraki yıllarda hayatını kim kaleme alsa, ona aşık olan erkekler üzerinden bir nevi femme fatale figürü çizdi. Oysa o ne ölümcül bir kadın ne de bir melekti. Her şeyden önce şairdi, şair ruhlu, şair inceliklerine sahip. Romanları, bir öykü destesi, gezi kitabı ve zamanın en önemli gazetelerinde yayımlanan yüzlerce makalesiyle aslında bizlere çok şey söyledi, söylemeye de devam ediyor. Bu yazılardan ve konuşmalardan onun ne kadar cesur bir kadın olduğunu, toplumun kadınlara biçtiği edilgen rolü asla kabul etmediğini görüyoruz. Bugün bir Halide Edip gibi hatırlanmayan, bir Suat Derviş gibi okunmayan ilklerin kadını Şükûfe Nihal’in dalgalı hayatı onlarınkinden daha renkli bir film konusu aslında.
İlk şiirini 13 yaşında yayımladı
Miralay Ahmet Bey ve Nazire Hanım’ın kızları Şükûfe 1896 yılında İstanbul’da doğdu. Babasının babası Emin Paşa, V. Murat’ın baştabibiydi. Sultan tarafından sürgüne gönderilip orada vefat etti. İkinci eşi olan Nazire Hanım ise Binbaşı Şevket Bey’in kızıydı. Dolaysıyla Şükûfe’nin çocukluğu imparatorluğun çeşitli yerlerine tayin olan babası sayesinde çok kültürlü geçti; en iyi mürebbiyelerden özel dersler aldı. Ortaokulu Şam’da, liseyi Selanik’te okudu, bir Osmanlı aydınından beklenildiği üzere Farsça, Arapça ve Fransızca öğrendi. Gerçi saray ve çevresine mensup olsanız da kadın olunca eğitim değil de nakış, musiki vb. gibi evlenme çağına hazırlık mahiyetinde bir eğitim alınıyordu. Şükûfe bu açıdan şanslıydı. Annesiyle babası onu ve kardeşi Raif’i münevver olarak yetiştirdi, evdeki toplantılarda zamanın önemli kişilikleriyle sohbet etme ve fikir teatisinde bulunma şansına erişti. O yüzden de ilk şiirini 13 yaşındayken yayımlamış olmasına kimse şaşırmadı.
Bundan üç yıl sonra 1912 yılında ailesi onu Mithat Sadullah (Sander) Bey ile evlendirmek istediğinde bileklerini kesemeye kalkıştı. Mithat Sadullah bey Harbiye Nezareti Başkatiplerinden Mustafa Sadullah Bey’in oğlu olarak kendisi gibi iyi eğitim görmüş, Galatasaray, İstanbul Erkek ve Pangaltı Özel Ermeni Liselerinde edebiyat ve Türkçe öğretmenliği yapmış, okul kitaplarına yenilikler getirmiş bir kişiydi. Öğretmenliğinin yanı sıra “Arkadaş” adlı bir dergi çıkarmış, pek çok dergi ve gazetede makaleleri yayımlanmaktaydı. Evlilikleri üç yıl sürebildi. Bu arada Necdet adını verdikleri bir oğulları oldu.[1] Şükûfe boşandığında daha 19 yaşındaydı. 1916 yılında eğitimine devam etmek istediği için İstanbul İnas Darülfünunu’nda edebiyat bölümüne kaydını yaptırdı. Şükûfe için üniversitesinin son yılı çok hareketliydi: o yıl okulda tanıştığı Ahmet Hamdi Başar ile ikinci (ve son) evliliğini yaptı. Bu evlilikten de Günay adlı bir kızı oldu. Üniversitenin üçüncü yılında edebiyat bölümünden coğrafya bölümüne geçiş yaptı ve 1919 yılında Darülfünun’dan mezun olan ilk kadın oldu. O yıl ilk şiir kitabı Yıldızlar ve Gölgeler yayımlandı.
Birinci Dünya Savaşı sonlanmış, ülkemiz mütareke yıllarında işgal kuvvetlerinin mütecaviz tavırlarıyla aşağılanır olmuştu. Şükûfe Nihal, Kuvâ-yi Milliye birliklerini gönülden destekliyordu. Çoğumuz Halide Edip’in Sultanahmet mitingindeki konuşmasını duymuşuzdur, hatta bendeniz Halide Hanım’ı bir belgeselde canlandırmış, o meşhur konuşmasını yerinde tekrarlamıştım. Ve fakat Şükûfe Hanım’ın Fatih ve Sultanahmet mitinglerindeki konuşması unutulup gitmiştir. İkinci Sultanahmet mitinginde Kurtuluş Savaşı’nın fitilini yakan onun konuşmasıdır. 30 Mayıs 1919’da yaptığı bu konuşmayı şu sözlerle sonlandırdığında meydan inlemiştir: “Muazzez memleket, rüyalı ufuklarında senin için duyduğum ezeli aşkların, sonsuz yüce heyecanların aksi parlayan güzel İstanbul. Aziz vatan, beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”
“Dünyaya metelik vermeyen kadın”
Şükûfe Hanım’ın verdiği bir başka mücadele kadın haklarıyla ilgiliydi. Ülkemizin ilk siyasi partisi olan Kadınlar Halk Fırkası’na destek verdi, parti kapattırılıp Türk Kadınlar Birliği’ne evrilince, kurucu üyelerinin arasında yerini aldı. Şiirsel ve siyasi faaliyetlerinin yanı sıra, edebiyat dünyasında sesini gür bir şekilde duyurdu. Parizyen salonlara öykünerek Cercle d’Orient gibi yerlerde düzenlediği edebi toplantılar, zamanın en parlak yazarlarının kesişme noktasına dönüştü. Edebiyatımızın meşhur şairleri için Şükûfe ya bir buz kraliçesi ya da ilham perisi oldu. Peki neden hepsi Şükûfe’ye aşık oluyordu? Bir kere çok akıllı bir kadındı. Ama akıllı kadınlar genellikle çok sevilmez! Bu sorunun cevabını Pınar Kür’ün annesi İsmet Kür’ün anılarından çıkartabiliriz. “Yarısı Roman” adlı müstesna kitaptan öğrendiğimiz üzere, “Şükûfe Nihal hemen her görenin aşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. “Güzel denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi... Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu “dünyaya metelik vermeyen” haliydi.”
Bu “dünyaya metelik vermeyen” kadına aşık olanlar arasında Nazım Hikmet de vardı. 1920’li yıllarda Erenköy’de bir köşkte bir araya geldiklerinde Nazım, Şükûfe’nin eline bir kağıt iliştirdi. Kağıtta, “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz” yazıyordu. Bu detayı nereden mi biliyoruz? Şükûfe kağıtta yazılanları okur okumaz 1920’lerin vampları gibi gülmüş, kağıdı arkadaşı Halide Nusret’e (Zorlutuna) uzatmış, o da bunu anılarında kaleme almıştı. Sadece Nazım değil, zamanın en değerli şairlerinden Faruk Nafiz Çamlıbel de Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe’ye meftun olanlardandı. Belki de aralarında en çok Faruk Nafiz’e karşı bir şey hissetmiş olan Şükûfe Hanım Faruk Nafiz’e karşı “kaçak” oynadığı için, şair tayinini Ankara’ya istemiş çok geçmeden de okulda tanıştığı bir öğretmenle mantık evliliği yapınca hem edebiyat dünyasını hem de Şükûfe Hanım’ı şaşırtmış, hatta sarsmıştı. Şükûfe Nihal hiç böyle bir şey beklemediğini daha sonraları yakın çevresine yakınmış, ama iş işten geçmiştir.
Bu platonik gönül münasebetleri Şükûfe’yi bir nevi Pygmalion modeline dönüştürdüğü gibi kendisine de ilham veriyor, dokuz tane şiir kitabı ve altı roman yazmasının müsebbibi oluyordu.
Aşıklarından en acılısı Osman Fahri idi. Cenap Şahabettin’in şair ve ressam kardeşi olan Osman Fahri bir dönem özel ders verdiği Şükûfe’ye tutulmuş, ona onlarca mektup yazıp karşılık bulamayınca Elazığ’a tayinini istemiş ama yine de ondan kaçamamıştı. 1920 yılında kafasına dayadığı silahla intihar etmeye kalkışmış ama onu da başaramamıştı. Beynine saplanan kurşunla beraber İstanbul’daki La Paix Hastanesi’ne getirilen Osman Bey, Fransız hastanesinde kaldığı süre zarfından akli dengesini yitirmiş dört ay sonra hayata gözlerini yummuştu. Bu trajik son Şükûfe’yi hayat boyu acıtacaktı. Osman Fahri’nin intiharını defalarca dillendirmiş bazen kendini bazen çevresini suçlamış, bu konudan hareketle zehirli şiirler yazmıştı.
Şükûfe Nihal 1950 yılında eşinden ayrıldı. 1953 yılına kadar İstanbul’da Nişantaşı, Kandilli ve Kadıköy’deki pek çok okulda dersler verdi, Cumhuriyet, Tan, Dergâh, Kadın Gazetesi gibi yayımlarda yazılar yazıyordu. Bu hareketli hayatı 1962 yılında sekteye uğradı. Bir gün karşıdan karşıya geçerken araba çarptı, bu yüzden çok sayıda ameliyat geçirdi ama sol bacağı kısa kaldığı için hareket kabiliyeti sekteye uğradı ve içine kapandı. Sonunda arkadaşları onu Bakırköy’de bulunan bir huzurevine yatırmaya karar verdiler. Oğlunun hayat dolu annesini bu halde görmek istemediği için onu hiç ziyaret etmediği söylenir. Kızı ise doğum yaparken vefat etmiştir. Bundan sonra Şükûfe kimseyle konuşmamaya karar verir. “Dalma, düşünme, deme/ Bırak beni kendime” dizeleri vücut bulmuştur. 24 Eylül 1973 yılında hayata gözlerini kapattıktan sonra Orhan Veli gibi pek çok şairin son istirahat yeri olan Aşiyan Mezarlığına defnedilmiştir. Bugün metruk mezarında bir zamanların en tanınmış, renkli kadınlarından birinin yattığını görmek bile insanın içini acıtıyor.
[1] Oğulları İsviçre’de psikoloji eğitimi gördükten sonra İstanbul’un en tanınmış kitapçılarından Sander Yayınevini ve kitapçılarını açacaktı. Ayrıca St. Exupery gibi pek çok yazarı çevirmiş, Küçük Prens çevirisini kız kardeşine adamıştır.