Tayfun Atay
Seçimi Lebensraum mu kazandırdı?
Ümit Özdağ’ın “Göçmenistan” tabiriyle tek kelimeye indirgediği konuda bir “yaşamsal/varoluşsal” sorun görenler yabancı düşmanı da değil, ırkçı da değil… Tam aksi, ortada yabancı düşmanlığı yok, bu toprakların asli unsuru olmakla birlikte iktidara muhalif olduğu için nefrete, ötekileştirmeye, şeytanlaştırmaya uğratılanlara yönelik bir “yerli düşmanlığı” var. Ve Hitler’in “Ari Irk” arzusuyla bir lebensraum, yani “yaşam alanı” yaratmaya dönük etnik-ırkçı siyasetini fazlasıyla yankılar mahiyette, bir “ümmetçi-ırkçı” siyasetle “yerli”yi bezdirip kaçırıp “yerleşimci” göçmeni onun yerine yerleştirerek iktidardan yana “yaşam alanı”nı genişletme emareleri var.
Antropolojinin 20’nci yüzyıl başında ırk ve ırkçılıkla teşrik-i mesaisini en üst raddeye çıkardığı söylenebilecek kuramsal yaklaşım olan “Difüzyonizm”in (Yayılımcılık) öncüsü Alman etnolog ve antropo-coğrafyacı Friedrich Ratzel’in (1844-1904) ortaya attığı, siyasal bakımdan çok ciddi sonuçlara yol açmış bir kavram vardır: Lebensraum, yani “yaşam alanı”.
Kavram Kavgam’ın anahtar kelimesidir, önemi buradadır ve Ratzel de (kendisi bilmemiş olsa da) Hitler’in en önde gelen akıl hocalarından biridir.
Hitler, Alman halkının, yani “Ari/efendi ırk”ın Avrupa’nın doğusuna, daha açık deyişle (Slavlar kastedilerek) aşağı ırktan insanların diyarı Rusya’ya doğru “yaşam alanı”nı genişletme siyasetine temel oluşturan lebensraum kavramıyla Ratzel’in kitabı Siyasi Coğrafya’yı (Politische Geographie) okuduğunda tanıştı. Ratzel kavramı hem bu adı geçen kitabında hem de daha sonra yazdığı “Lebensraum” adlı makalesinde ilk kez kullanan kişidir. Sosyal Darwinizm’i çok daha ötelere bir “Coğrafi-Darwinizm”e (Jeo-Darwinizm’e) taşıdığı öne sürülebilecek Ratzel’e göre tarih, “yaşam alanı” için türler/ırklar arasında sürekli bir mücadele ya da savaştan ibarettir. Zaten bu minvalden olarak Hitler’in “Kavgam” diye Türkçeye çevrilmiş kitabının adının daha doğru tercümesi de “Savaşım”dır.
Muhalefet mi ırkçı, iktidar mı?
Çalışma alanım antropolojinin kuramlar tarihi içerisinde “kara leke” olarak duran bu kesitleri anımsamama neden, içerisinden yeni yeni çıkıyor olduğumuz seçim sürecinde özellikle Ümit Özdağ cephesinden iktidarın sığınmacı ve kaçak göçmenlere yönelik siyasi tasarruflarına ilişkin sürdürülmüş itham ve suçlamalar. Özdağ iktidarın Türkiye’yi “Göçmenistan”a çevirme yolunda hızla ilerlediğini iddia etti hep. Gayet iyi bilindiği üzere seçimin ikinci tur sürecinde o, Kılıçdaroğlu’nu da yanına çekti ve bu doğrultuda ülkenin giderek sığınmacı istilasına uğrayacağı söylemiyle sonuç alınmaya çalışıldı.
Buna mukabil iktidar ağızlarının da zaten çok uzun zamandan beri yaptıkları şekilde ama artık Özdağ’ın ötesinde Kılıçdaroğlu dolayımıyla tüm muhalif kamuoyunu ırkçı-zenofobik (yabancı düşmanı) bir yere savrulmuş olmakla suçladıklarını izledik. Yani “yardıma muhtaç” göçmen sığınmacılara yönelik bu “nefret dili”ni bir seçim stratejisi olarak alabildiğine seferber etmiş Özdağ’la birlikte yol yürür hale gelerek Kılıçdaroğlu CHP’si başta olmak üzere tüm Millet İttifakı, Avrupa’nın yabancı düşmanı siyasi hareketleriyle; Le Pen’le, Pegida ile AfD ile Stram Kurs ya da Rasmus Paludan’la aynı hizaya gelmişti.
Halbuki madalyonun bir de öbür yüzü var ve bu yüz sadece herkesçe hanidir vurgulandığı üzere Erdoğan’ın yabancı göçmenleri Batı’ya yönelik “Bak, açarım kapıları haa!” diye bir koz olarak tutmasından ibaret de değil... Özellikle seçimin sonucuna ilişkin yapılan bazı tespit ve değerlendirmeler madalyonun bu yüzüne bir de Hitler Almanyası’nın gözde kavramı lebensraum üzerinden yaklaşmayı kaçınılmaz kılıyor. Tabii aynı zamanda muhalefete “ırkçılık” suçlamasında bulunan iktidar mahfillerini aynaya bakmaya davet etmeyi de!..
Gelenlere değil, getirenlere yüklen!
Öncelikle şunu not etmem kaçınılmaz: Ömrünü antropolojinin (yukarıda zikredilen ırkçılıkla malul “teorik” sapmalarının çok uzağında ve karşısında) “ötekinin bilimi” olduğunu, kültürel çeşitliliğin de insanlığın varlık koşulu sayılması gerektiğini anlatmaya hasretmiş biri olarak; Suriyeli, Afganlı, Pakistanlı, İranlı, Siyah Afrikalı, vd. göçmenlerin bu ülkedeki varlığına yönelik keskin-reddiyeci yaklaşımları benimsemem mümkün değil. Göçmenleri hedef almak ve onlara nefret kusmak, gündelik hayatın içinde onlar yerli nüfusla ilişkilerinde ne yaşıyor ve yapıyor olurlarsa olsunlar; ne ölçüde çatışma, şiddet ya da suç üretiyor olurlarsa olsunlar doğru değil, kabul edilemez ve “gölge boksu” yapmaktan öte bir anlam da taşımaz. Rahmetli hocamız Prof. Ünsal Oskay’ın o unutulmaz “En büyük ahlâksızlık yoksuldan ahlâk beklemektir” sözünü duruma uyarlayacak olursak göçmen-sığınmacı sorunuyla ilgili en büyük densizlik de göç edenleri suçlamaktır.
Göçmenler sebep değil sonuç. Hitler’in Doğu’ya, yeni topraklara Slavların hilafına Alman nüfusu yayarak “yaşam alanı” genişletme siyasetinde sorumluluk kimdeyse, bu topraklarda içe doğru gerçekleşen bu bir tür lebensraum için de onun “malzeme”sini oluşturanlara değil, sorumlularına bakmak gerekir. Gelenlere değil onları getirenlere yüklenmek gerekir.
Buraların “Yahudileri” kimler?
Şimdi bir karşılaştırma denemesinde bulunalım: Hitler’in “toparlanması” gereken Yahudileri vardı, Çingeneleri vardı, Slavları vardı, Komünistleri vardı, engelli bireyleri, LGBTİ’leri vardı da vardı. Peki, şu geçmiş seçim sürecinde bu topraklarda iktidar ağızlarından dökülenlere baktığımızda neler vardı?.. Mesela Binali Yıldırım, “Bu seçim işgalciler karşısında istiklâl mücadelesidir” derken “işgalciler” ile kimleri kastetmekteydi? Bekir Bozdağ, “Ya secde edenler ya da şampanya patlatanlar sevinecek” derken kimden yana tutum alıp kimleri hedef tahtasına oturtmaktaydı? “Bunlar LGBT’ci” diye bas bas bağıran, “Alsalar alsalar, vücutlarına mermi alırlar” diye tehdit savuran ağızlar, kimlere nefret kusmaktaydı?
Yani bu coğrafyada bugünün “Yahudiler”i kimlerdi?..
Cevap üç aşağı beş yukarı belli: Ortak paydası “sekülerlik” olan bir muhalif yelpaze; yani seküler solcular/sosyal demokratlar, seküler Türk (Atatürk) milliyetçileri ve seküler Kürt siyasi hareketinin destekçileri…
Ve eğer iş, bu saydıklarımızın “işgal”inden bu toprakları kurtarmaksa onların hilafına ve onların yerine nüfus nakline dayalı bir “yaşam alanı” siyasetine neden yönelinmiş olmasın?! Üstelik böylesi bir nüfus naklini oluşturacak malzemeyi meşrulaştırma yolunda hayli kutsî ve dokunulmaz mahiyette “Onlar muhacir biz Ensar” terminolojisi de çoktandır devreye sokulmuşken!..
(Tabii bu arada yine seçim sürecinde Alevilere binaen “tür” tabirinin kullanıldığını, Ratzel’in yukarıda kaydettiğimiz, “tarihin türler/ırklar arası bir yaşam alanı mücadelesi olduğu” görüşünü de tekrar zikrederek eklemeden geçmeyelim!)
“Yerli”nin yerini “yerleşimci” alırken…
Dolayısıyla Özdağ’ın “Göçmenistan” tabiriyle tek kelimeye indirgediği durumda bir “yaşamsal/varoluşsal” sorun görenler, yabancı düşmanı da değil, ırkçı da değil. Tam aksi, ortada yabancı düşmanlığı yok, bu toprakların asli unsuru olmakla birlikte iktidara muhalif olduğu için nefrete, ötekileştirmeye, şeytanlaştırmaya uğratılanlara yönelik bir “yerli düşmanlığı” var. Ve Hitler’in “Ari Irk” arzusuyla “yaşam alanı” yaratmaya dönük etnik-ırkçı siyasetini fazlasıyla yankılar mahiyette bir “ümmetçi-ırkçı” siyasetle göçmen “yerleşimci”yi, bezdirip kaçırdığı “yerli”nin yerine yerleştirerek iktidardan yana “yaşam alanı” genişletme emareleri var.
Elbette kendi söylediklerimize kendi şerhimizi düşmeden geçmemeli: Her ne kadar İslami bir terminoloji eşliğinde “Onlar Muhacir biz Ensar” denmekteyse de göçmenler bu ülkeye Müslüman bir ülke olduğu için değil, kaçtıkları Müslüman coğrafyalardan farklı olarak hâlâ nispeten (mevcut iktidarın yıllardır tüm örselemelerine rağmen) seküler olmayı sürdüren bir ülke olduğu için geliyorlar.
Geldikleri topraklara göre daha özgür, daha uygar, daha modern, daha dışa dönük ve dünyaya açık, nihayet küresel ekonomik ve kültürel akışla daha bütünleşme arz eden bir ülke olduğu için geliyorlar.
Daha çarpıcı deyişle mesela İstanbul onlar için Mekke-Medine-Kudüs mesabesinde olmaktan ziyade New York-Paris-Londra mesabesinde olduğu için geliyorlar.
Elbette geldikleri bu ülkede onların kutsalı “Tayyip Baba”ları ve o başta oldukça kalmaya da daha fazla gelmeye de fırsat ve imkân bulacaklarını biliyorlar. Karşılık olarak “Tayyip Baba” için ellerinden geleni yapmaya da devam ediyorlar ve edeceklerdir.
“En az üç çocuk” tutmadı, gelsin göçmen vatandaş!
Şu görüşü paylaşarak bitirelim: Tayyip Erdoğan’ın uzun yıllar boyunca özellikle kendi kitlesini oluşturan dindar-muhafazakâr kesimlere hitaben “En az üç çocuk” telkini de kanaatimce Türkiye’de siyasi-demografik bir dönüşüm hedefine yönelikti. “Seküler mahalle”de doğurganlık eğiliminin düşüklüğü aşikardı ve bu doğrultuda dindar kesimlerden yana bir “nüfus mühendisliği”nin siyasi gelecek ve beka açısından hiç de yabana atılmayacak önemde olduğu söylenebilirdi.
Böyle düşünülmüşse bile Türkiye’de dindar-muhafazakâr kesimler de gerek ekonomik nedenlerle gerekse çağın küresel-kapitalist gidişatına uyarlı bir motivasyonla bu telkin ve çağrıya kayıtsız kaldılar. Türkiye’de doğurganlık oranı her iki (seküler ve dindar) mahallede de üç aşağı beş yukarı aynı düşük seyirde buluştu.
İşte burada istenilen sonucu vermeyen “nüfus politikası”nın şimdi ve hem de bir çırpıda göçmenler üzerinden, onları (Türkçe bilsinler bilmesinler, ne gam) süratle “vatandaşlaştırarak” işlerliğe sokulmakta olduğu öne sürülebilir. İçerisinden henüz çıktığımız seçim sürecinde 2016’dan bu yana sayıları hızla artan şekilde Türk vatandaşlığı almış göçmen-sığınmacıların, ayrıca ülkede gayri-menkul aldığı için vatandaşlığa terfi ettirilenlerin sonuca kritik etkisi üzerine tartışmalar da bu yönde düşünmeye teşvik ediyor.
Böyle düşününce de akla gelen soru şu: Onlar “Muhacir” siz “Ensar”, tamam anlaşıldı da peki ya biz, geri kalanlar neyiz?.. “Kızılderililer” mi?!..
Sonuçta kim ırkçı kim değil; zenofobi mi yoksa lebensraum mu daha ciddiye alınmalı ya da endişeye sevk etmeli, kararı siz verin! Ama her ne olursa olsun, bunların her ikisinin “simbiyosis” arz ettiğini, yani birbirlerinden beslendiğini ve beslenmeye devam edeceklerini unutmayın!..