Emre Tansu Keten
Şehir Üniversitesi’nin kapatılması bir milat mı?
Davutoğlu’nun döneminde akademisyenlerin açıkça fişlendiği bir uygulama hayata geçirildi. Kadrolaşma harekatıyla birlikte üniversitelerde güçlenmiş cemaatçi ve AKP’li ak-ademisyenlerin, daha fazla yükselmek için birbirinin ayağını kaydırmaya çalıştığı böyle bir ortamda, bu fişleme uygulaması akademik ortamı bir hayli bulandırdı. Tek hedefi dekan veya rektör olmak olan AKP’li bir akademik için, rakiplerini FETÖ’cülükle suçlayarak egale etmek ve solcu akademisyenler içerisinden en fazla ismi terör iltisakı suçlamasıyla yukarıya jurnallemek başarıya giden en kesin yol olarak görünüyordu.
Şehir Üniversitesi’nin ani bir gece kararnamesiyle kapatılması üzerine çok şey söylendi. AKP’nin troll kalemleri bu kararı banka borçları meselesiyle açıklayıp alenen savunurken, kontrollü bir troll’lük peşindeki diğer kalemler (İsmail Kılıçarslan gibi), üniversitenin kapanmasından (kapatılmasından değil) duydukları üzüntüyü dile getirdi. Bu konudaki en sert açıklamayı, beklenebileceği gibi, Ahmet Davutoğlu yaptı. Erdoğan’ın tarihe üniversite kapatan bir lider olarak geçeceğini söyleyen Davutoğlu şöyle devam etti: “Son seçimlerde AKP’ye oy veren milyonlarca insanın da içi yanıyor buna adım gibi eminim. Hiçbiri Erdoğan’ı üniversite kapatsın, binlerce öğrenciyi ortada bıraksın, Türkiye’nin en değerli akademisyenlerinden, beyinlerinden bir kısmını işsiz bıraksın diye seçmedi”.
Geçmişin yükü
Davutoğlu’nun açıklaması tipik bir siyasal İslamcı açıklaması aslında. Hepimizin son yıllarda çok yakından tecrübe ettiği gibi, siyasal İslam için mağduriyetler, getirisi-götürüsü hesaplanarak siyasal bir tartışmanın konusu edilirler. Örneğin bir akademisyenin ihraç edilmesi, bu isimler için siyasi söylemde kullanılabilecek bir araç ise, bu olay akademik özgürlüğe dünya çapında vurulmuş en büyük darbe olur; yok işe yaramıyorsa akademisyenin ihracı türlü sebeplerle rasyonalize edilir, dünyanın en doğal olayı olarak bir rafa kaldırılır. Davutoğlu’nun Şehir Üniversitesi’nin kapatılmasını, Türkiye’de akademik özgürlüğü yok etmeye karşı girişilen baskıcı politikaların miladı olarak kabul etmesi, bunu öyle sunması, en başta adını hak eden bir akademi için mücadele eden ve bu yolda bedel ödeyen insanlara karşı bir haksızlıktır.
Evet, Şehir Üniversitesi’nin kapatılması AKP’nin 2010’larda, önce Cemaat eliyle, kadrolaşma talanıyla ve sonrasında KHK’larla başlattığı operasyonun bir çıktısıdır. Üstelik Şehir, AKP’nin söylemsel düzeyde çok kullandığı kültürel iktidar mücadelesinde, İslamcı kanattan çıkan en nitelikli kurumdur. Bunun travması ayrıdır. Ancak Şehir’in kapatılmasına giden yolu açanlardan, bu yolda uzun bir süre yürüyenlerden biri de Davutoğlu’nun kendisidir.
Gelenek sahibi fakültelere cemaatçi dekanların tepeden atanması, bu dekanların okulları tarumar etmesi, öğrencilere soruşturma yağdırması, öğretim üyelerini istifaya ya da sürgüne zorlaması on yıl önce başlamış fetih hareketinin parçasıdır. Bu dönem aynı zamanda yoğun bir kadrolaşma başlamış, tek niteliği AKP’li olmak olan birçok insan akademiye doluşturulmuştur. Bugün televizyonlarda, Twitter’da saçma sapan, cahillik vesikası niteliğinde açıklamalarını okuyup, şaşırdığımız öğretim üyeleri, doçentler bir senede yetişmemiştir.
Bir alanı niteliklerinden soyutlayıp, onu içi boş bir siyasi araca dönüştürmek hedefiyle çıkılan yolun sonunda bundan başka bir tablo hayal etmek gerçekten üzücü. Şehir’in kapatılmasını AKP’nin 28 Şubatçı müttefikleriyle açıklamaya çalışmak da öyle. Davutoğlu’nun dediği gibi “Bu dönemi özetleyen bu zulüm” Şehir Üniversitesi’nin kapatılması olmayacak. Bu özet, bir olaya sığdırılamayacak kadar geniş olacak ve bu özeti on yıllardır akademik özgürlük için mücadele etmiş bilim insanları yazacak.
Akademiyi fişlemek
2016 yılında Barış Bildirisi’ne imza atmamızın ardından, Erdoğan ve havuz medyası bizi hedef aldığında, iktidar cenahından hiçbir isim buna şerh düşecek bir açıklamada bulunmadı. Aydın müsveddeleri, müstemleke aydınları ithamları havalarda uçuşurken, akademisyenlerin evleri sabah karşı basılır, dört akademisyen cezaevine gönderilirken, Davutoğlu şu açıklamaları yapıyordu: "Bu bildiriye yansıyan provokatif dil, fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez. Zira ben bu bildiriyi, tek tek harfine, virgülüne kadar düşünerek okudum. Kafamı iki elimin arasına alarak bu bildiriye imza atan, bir kısmını da şahsen tanıdığım akademisyenlerin psikolojilerini anlamaya çalıştım. Büyük üzüntü, hicap duydum”.
Henüz “Allah’ın lütfu” gerçekleşmemiş, KHK’lar ortada gözükmezken ve Davutoğlu başbakanken çalıştığımız üniversitelere bir yazı geldi. Yazıda, yöneticilerden, terör örgütleriyle bağlantısı olduğunu düşündükleri akademisyenlerin isimlerinin YÖK’e bildirilmesi isteniyordu. Yani, Davutoğlu’nun döneminde akademisyenlerin açıkça fişlendiği bir uygulama hayata geçirildi. Kadrolaşma harekatıyla birlikte üniversitelerde güçlenmiş cemaatçi ve AKP’li ak-ademisyenlerin, daha fazla yükselmek için birbirinin ayağını kaydırmaya çalıştığı böyle bir ortamda, bu fişleme uygulaması akademik ortamı bir hayli bulandırdı. Tek hedefi dekan veya rektör olmak olan AKP’li bir akademik için, rakiplerini FETÖ’cülükle suçlayarak egale etmek ve solcu akademisyenler içerisinden en fazla ismi terör iltisakı suçlamasıyla yukarıya jurnallemek başarıya giden en kesin yol olarak görünüyordu.
KHK’lar ve üniversiteler
Ve sonrasında KHK’lar geldi. Davutoğlu’nun Şehir’in kapatılma kararı konusunda vurguladığı gibi, “gece yarısı” çıkan KHK’ların binlerce satırlık listelerinde isimlerimizi bula bula akademiden ihraç edildik. Bu ihraçlar sadece bazı akademisyenlerin memurluktan atılması anlamına gelmiyordu. Ankara İletişim, Ege Felsefe gibi gerçekten bir “okul” olan birçok fakültenin fiilen kapanması ya da “okul” niteliğini kaybetmesi anlamını da taşıyordu. Yani Şehir’den önce de üniversiteler kapandı.
Bunun yanı sıra KHK’lılık sadece işsiz kalmak demek de değildi. Binlerce akademisyen Güney Afrika’nın Apartheid rejimine benzer kapsamda bir uygulamayla sivil ölü haline getirilmek istendi. Pasaport yasakları birçok akademisyenin yurt dışı projelerini, doktora burslarını, post-doktora çalışmalarını sona erdirdi. Kamu görevi yasağı, muhreçler için büyük bir çalışma alanını baştan yasakladı. Ayrıca, akademi dışındaki herhangi bir işte çalışmak da, SGK sisteminde işletilen fişlemeler nedeniyle imkânsız hale getirildi. Dernek ve kooperatif kurmaktan, sosyal yardımlardan yararlanmaya, öğrenci olarak üniversiteye girmekten, doktora eğitimini sürdürmeye kadar birçok kapı muhreç akademisyenlere kapatıldı.
Bu KHK listeleri Erdoğan’ın danışmanları tarafından hazırlanmadı. Bu süreçte öne çıkan, yukarıda bahsettiğimiz kadrolaşma ve fişleme mekanizmasıydı. Örneğin benim de ihraç olduğum Marmara Üniversitesi rektörü Emin Arat, liste hazırlama konusunda üzerinde herhangi bir baskı olmadığını, karar alırken inisiyatifin tamamen kendisinde olduğunu açıklıyordu bu dönem. Zaten “imzacı”ları ihraç etmede, AKP’nin başarılı bir şekilde kadrolaşamadığı nitelikli üniversitelerin isteksiz davranması ve sonuç olarak hiç kimseyi ihraç etmemesi de bunu kanıtlıyordu. Kısacası, Barış Akademisyenlerinin ihraç edilmesinde merkezi iktidar kadar, AKP’nin yıllar içerisinde üniversitelerde oluşturduğu aparatçik örgütlenmesi ile yöneticilere tanınan fişleme hakkı da etkiliydi. Bunların doğmasında kimlerin payının olduğu sanırım açıktır.
Şehir bir sonuç
Şehir Üniversitesi’nin basit siyasi çekişmeler nedeniyle kapatılması oldukça yanlış; buna karşı çıkmak, adını hak eden bir akademiyi savunmanın gereği. “Biz atılırken siz susuyordunuz, oh olsun” demek de oldukça saçma, rövanşist bir tepki. Ancak, akademik özgürlüklere saldırı konusunda Şehir’in kapatılmasını bir başlangıç olarak almak da bir o kadar eleştirilmesi gereken seçici bir tarih yaratımı çabası. Şehir’in kapatılması bir baskıların başlangıcı ya da miladı değil, olsa olsa on yılı aşkın süredir devam eden üniversiteleri ele geçirme projesinin bir sonucu olabilir.
Bu çok beklenilesi, öngörülebilir bir sonuçtur. Çünkü AKP’nin başlattığı kültürel iktidar mücadelesi, kimi alanları içeriden ele geçirip, başka türlü bir niteliğe büründürme değil, bu alanları ele geçirip yok etme isteğini imliyor. Örneğin, o kadar şikâyetçisi oldukları medyayı ele geçirip, başka türlü bir gazetecilik iddiası ortaya koyamadılar. Ellerinde kalan medya hariç her tanımlamayı hak eden bir propaganda ağı oldu. Üniversiteler üzerindeki mücadele de benzer bir sonuç verdi. Bugün üniversiteler, sadece skandallarla, ancak dalga geçilebilecek tuhaflıklarla anılıyor. Ele geçirilen hiçbir üniversite alternatif bir saygınlık elde edemedi. Ak-ademisyenler, kendi alanlarında başarılı çalışmalar yapmakla değil, havuz medyasına bağlanıp iktidarın uygulamalarını meşrulaştırmakla mükellef sadece.
Bir alanı niteliklerinden soyutlayıp, onu içi boş bir siyasi araca dönüştürmek hedefiyle çıkılan yolun sonunda bundan başka bir tablo hayal etmek gerçekten üzücü. Şehir’in kapatılmasını AKP’nin 28 Şubatçı müttefikleriyle açıklamaya çalışmak da öyle. Davutoğlu’nun dediği gibi “Bu dönemi özetleyen bu zulüm” Şehir Üniversitesi’nin kapatılması olmayacak. Bu özet, bir olaya sığdırılamayacak kadar geniş olacak ve bu özeti on yıllardır akademik özgürlük için mücadele etmiş bilim insanları yazacak.