Emre Tansu Keten
Koronavirüs ve gündelik hayat
Karantina sürecinde bile çalışmak zorunda olan işçiler de, koronavirüs günlerinde, aynı gündelik hayatlarına devam etmediler. Baskının, tedirginliğin ve uzun çalışma saatlerinin karanlığında, olağanüstü bir durumun bütün yükü omuzlarına bindirildi. Emekleri üzerindeki artan sömürü, onları “fedakâr kahraman”lar olarak alkışlayıp, teselli eden “sakin ol champ.. evdeyim”lerin ceplerine kâr olarak girmeye devam etti.
İki aya yaklaşan bir süredir, toplumun bir kısmı evlerinden çıkmıyor, diğer kısmı ise olağanüstü koşullarda ve sokağa çıkma yasağı olmayan günlerde işine gitmeye devam ediyor (yasak koşullarında çalışanlar da var elbet). Ancak herkes için geçerli bir şey var sanırım, o da koronavirüsü henüz tanımadığımız zamanlardaki gündelik hayatlarımızın büyük oranda değiştiği. Gündelik olarak yaptığımız rutinlerle birlikte hayatlarımızın ritmi de bir dönüşüme uğradı. Evden çalışma şansına sahip olanlar için, bütün gündelik tek bir mekân içerisine hapsoldu. Marksist iletişim bilimci Christian Fuhcs’un vurguladığı gibi çalışma, eğitim, kamusal-özel alan, dostluklar, aile, boş zaman, eğlence gibi hayatın birçok alanı evle bütünleşti. İnsanlar bu alanların içerisine farklı mekânlarda, farklı zamanlarda ve farklı sosyal rollerle dahil olurken, karantina bütün bunları tek bir potada eritti ve sosyal roller açısından ciddi anlamda belirsiz bir ortam yarattı (KHK’lılar olarak bunu üç senedir deneyimliyoruz aslında).
Bu virüs günlerinde, gündelik hayatın büyük bir bölümünün medyatikleşmesi söz konusu oldu. Öğrencilerle, yöneticilerle, iş arkadaşlarıyla, dostlarla, aileyle, söyleşi yapılacak kişiyle, siyasetle, anlatacaklarınızı dinlemek isteyenlerle, size doritos ve kola getirecek kuryelerle ilişki hep bir dolayım aracılığıyla mümkün oldu. Yani, iletişimsiz bir karantina yerine belki de “normal” zamanlardan daha fazla iletişime boğulduğumuz, Twitter’a, Instagram’a, Zoom’a dair ayrı ayrı alışkanlıklar ya da ritüeller geliştirdiğimiz bir karantina süreci
Bu tek mekânlaşma, doğal olarak internet gibi bir dolayım ile var olabildi. Kültür ve siyasetin gitgide medyatikleşmesi (Mediatization) uzun bir zamandır akademik çalışmalara konu oluyordu. Ancak bu virüs günlerinde, gündelik hayatın büyük bir bölümünün medyatikleşmesi söz konusu oldu. Öğrencilerle, yöneticilerle, iş arkadaşlarıyla, dostlarla, aileyle, söyleşi yapılacak kişiyle, siyasetle, anlatacaklarınızı dinlemek isteyenlerle, size doritos ve kola getirecek kuryelerle, ilginizi çeken kültürel ürünlerle ilişki hep bir dolayım aracılığıyla mümkün oldu. İnternetin şekilsiz, sınırsız yapısından ziyade gayet örgütlü ve sınırları belirli yüzüyle karşı karşıya olduğumuzu düşünürsek, bu iletişim aracının şekli şemaili, gündelik hayatlarımıza da bir şekil vermeye başladı. Yani, iletişimsiz bir karantina yerine belki de “normal” zamanlardan daha fazla iletişime boğulduğumuz, Twitter’a, Instagram’a, Zoom’a dair ayrı ayrı alışkanlıklar ya da ritüeller geliştirdiğimiz bir karantina süreci.
Gündelik hayat
“Gündeliklilik her şeyden önce insanların bireysel yaşamlarını her güne göre düzenlemektir: yaşamsal işlevlerinin tekrarlanabilirliği, her günün tekrarlanabilirliğinde, her günün zaman çizelgesinde sabitlenir. Gündeliklik, zamanın düzenlenmesidir ve bireysel yaşam tarihlerinin açımlanmasını yöneten ritimdir” der Çek filozof Karel Kosik (Somutun Diyalektiği). Şöyle devam eder: “Gündeliklik bir güven, aşinalık ve rutin eylem dünyasıdır.” […] “Savaş, gündelikliği sekteye uğratır. Milyonlarca insanı zorla kendi ortamlarının dışına sürükler, onları işlerinden koparır, tanıdık dünyalarının dışına sürer. […] Savaş (tarih) ve gündeliklik çarpıştığında ilki ikincisine galebe çalar: milyonlar için hayatın alışılmış ritmi sona erer”(koronavirüsle mücadelenin savaş retoriğiyle yürütüldüğünü aklımızda tutalım – etk).
Gündelik hayat sınıfsal ve siyasal mücadelenin bir alanıdır aynı zamanda. Başka bir toplum için mücadele edenler, alışıldık gündelik hayatın darmaduman olmasını, eskiye dönmemek için bir fırsat olarak görebilmişlerdir, 1917 Ekim’inde olduğu gibi. Ancak çoğunlukla baskıcı siyasi iktidarlar gündelik hayatta gerçekleşen dönüşümleri kendi lehlerine çevirmenin yollarını daha iyi bulmuştur. Gezi Direnişi’nin ardından her türlü eyleme karşı geliştirilen şiddetli baskı tam karşılığını bulamamış, ancak IŞİD’in gerçekleştirdiği Suruç ve Ankara Katliamlarının ardından sokağa yönelik oluşan tekinsizlik, eylem yapmanın neredeyse tamamen yasaklanması için iktidarın eline fırsat vermiştir. İktidarın bu konuda başarılı olduğu söylenebilir.
Sosyal medya mecralarının politik olarak öneminin arttığı koronavirüs günlerinde de, iktidar politik tartışmaların ya da siyaset yapma tarzının buraya sıkışmasına da gönüllü gibi duruyor. Ancak tabii ki kendi belirlediği şartlarla. Bu nedenle, bir süredir sosyal medya kullanıcılarının kimlik bilgilerine ulaşabileceği, insanları tweetleri yüzünden daha kolay gözaltına alabileceği bir yasayı meclisten geçirmek istiyor. Bunun yanında, Twitter ve ekşi sözlük gibi siyasetin önemli bir gündem olduğu alanlarda kendi troll’lerinin ve yandaşlarının etkinliğini arttırırken, diğer yandan da Yazbee ve Ellam gibi, kullanıcı verilerini kendisinin toplayacağı, yerli ve milli sosyal medya mecralarının yaygınlaşması için uğraşıyor. Yani eylem için sokağa çıkmanın ardından sosyal medyada iktidarı istediğin gibi eleştirebilme hakkının da yok edilmek istendiği bir evredeyiz.
Koronavirüs ve işçiler
Birçok yazarın belirttiği gibi korona günleri, evden çalışma pratiğinin kapsamlı olarak denendiği, şirketlere bu çalışma yönteminin artılarını eksilerini değerlendirme fırsatının tanındığı bir dönem oluyor. Bir işçinin evden çalışması, ofis, yol ve yemek giderlerinde patron lehine ciddi bir avantaj sağlıyor. Ancak patronların bu avantajları görmesi, bu artılarla yetinmemesi için ciddi bir sebep. Uzaktan gerçekleştirilebilen bir iş için bir kadroyu heba etmemek ve freelance çalışma yöntemine geçmek, patronları eğitim, sosyal güvence, sosyal yardım ve üretken olmayan zaman için ödeme yapmaktan da kurtarıyor. Ayrıca, emekçiler içerisinde virüs gündeminin (ekonomik olarak) en sert etkilediği kesim freelance işçiler ve gig ekonomi (kendi işinin patronu) içerisinde geçinmeye çalışanlar. Bazı patronlar kadrolu işçilerini ücretli veya ücretsiz izne çıkarma arasında gidip gelirken, herhangi bir güvenceye sahip olmayan bu işçilerle bağlar bir anda koparılabildi. Gig ekonominin simge ismi Uber’in bu dönemki performansı, patronların iştahını kabartan bir örnek olarak duruyor (Gig ekonomi ve sömürü ilişkisini kavramak için Ken Loach’un “Üzgünüz, size ulaşamadık!” filmini öneririm).
Bunun yanında, karantina sürecinde bile çalışmak zorunda olan işçiler de, koronavirüs günlerinde, aynı gündelik hayatlarına devam etmediler. Baskının, tedirginliğin ve uzun çalışma saatlerinin karanlığında, olağanüstü bir durumun bütün yükü omuzlarına bindirildi. Emekleri üzerindeki artan sömürü, onları “fedakâr kahraman”lar olarak alkışlayıp, teselli eden “sakin ol champ.. evdeyim”lerin ceplerine kâr olarak girmeye devam etti. Virüs, insanlık dışı çalışma koşullarına bahane edildi, ancak sermayenin her zaman arzuladığı zaten bu insanlık dışı çalışma koşullarıydı.
Koronavirüsün işçi sınıfının gündelik hayatında yarattığı bu dönüşümler, ciddi ve örgütlü bir karşı çıkış olmadığı sürece, çalışmanın çok daha güvencesiz ve esnek bir hale gelmesi ve olağanüstü diye anılan çalışma rejiminin olağanlaşması için bir fırsat olarak görülecek, bu nedenle sermaye ve iktidar tarafından unutulmayacaktır. “Aynı gemideyiz” masalını ağzından düşürmeyenler, bizim olduğumuz gemiyi sıkı bir şekilde gözleyip, daha otoriter, daha baskıcı, daha sömürücü, bir işçi arkadaşın dediği gibi daha “hard kapitalist” bir sistem için önlerine çıkan fırsatları derinleştirmeye çalışıyorlar. Sanırım bizim de, ekolojik sistemin katili olduğu artık ayan beyan ortada olan, insanlara sağlık hizmeti sunmaktan aciz, işçileri ölüme göndermekte tereddüt etmeyen bu düzenin mezarını derinleştirmeyi düşünmemiz gerekiyor.
Yazan: Emre Tansu Keten