Aslı Kotaman
Yeni bir zaman birimi olarak “Bir Parmak Şıklatma”
Yani hemen, yani oracıkta, yani şak diye. Hiç beklemeden, bekletmeden, acilen. Ve sanırım yine bir zaman birimi olan “bir tık”tan biraz daha kısa. Bu kadar kolaydı demek. Bir parmak şıklatmaydı.
Keşke bilen şıklatsaymış o zaman. Bize böyle yapılabileceğini sahi neden söylemediniz? Yine geriden geliyoruz “bağzıları” olarak. Ben zaten hem anlamıyor, hem sevmiyorum yeni jargonları. Benimseyemiyorum. Ama madem kolaydı, yazık olmadı mı ya?
6 yaşındaki kızım diyor ki; “Cümleleri bitirmek için nokta, soru işareti ya da ünlem gerekir.” Demek nokta ile bitiremiyorsak parmağımızı şıklatarak ünlemle bitireceğiz. Bu kadar kolaydı demek?
Şakkadanak verilebilen başka önemli kararlar
Aslında böylesine önemli kararların şakkadanak verilebileceğini önceden de gördük. Örneğin;
İhtilal komitesinden Miralay Şehabülcenab,
– Merkez Bankasını zaptetmeyelim, deyince Ferik Ebülfeddal,
– Niçin? diye sormuştu.
Miralay Şehabülcenab da,
– İşe yaramayan dairelerin zaptı ile boşuna kuvvet harcamayalım, demişti.
Bu teklif kabul edilince, işe yaramayan dairelerden Maliye Nezareti, Belediye, Nüfus ve İstatistik Umum Müdürlüklerinin zaptından vazgeçilmişti. Hemencecik. Aziz Nesin haklıydı.
Ah ne zor ya biz olmak. Ah ne zor, gıcır gıcır parıldayan, pırıl pırıl giyinmiş, cilalı, bisikletli birine inanamamak. Ah ne zor, gelin bir de bize sorun. Çünkü insan inanmak istiyor bitebileceğine. İnanmak istiyor birinin kendisiyle yüzleşebileceğine. Hatalarının üzerine yeni bir ben inşa etmek istediğine. “Çocuklarımın yüzüne bakamaz olmuştum” diyen birini duyuyor ve üzülüyorsunuz. Ama sonra bir bakıyorsunuz. Bugün çocuklarının yüzüne bakamayan kişi onlarca yıl çocuklarının yüzüne bakabilmiş. Keşke birisi şıklatıverseymiş parmağını diyorsunuz içinizden. Ama işte bildiğiniz bir Aziz Nesin öyküsü.
Geçmişle hesaplaşma
Elbette umduğum asla yeni başlangıçlar değil. Ama biri ne zaman çıkıp buna niyetlendiğini söylese benim aklıma geçmişle hesaplaşmadan bu nasıl olacak ki sorusu geliveriyor işte. Dolayısıyla yazım da bu hesaplaşmayla ilgili, kimseyle ilgili değil. Çünkü uzun yıllar, geçmişle hesaplaşma yolu olarak politik belgeselleri izlemeye ve onları anlamaya çalışan biri olarak bu soruyu beynim sormasa yüreğim soruyor.
Kendini bilmek ne büyük bir erdemdir. Ne eskidir bu söz. “Nosce te ipsum!” Sokrates’ı epey oyalamıştı bu cümle. Sonunda tek bilebildiğinin bilgisinin sınırları olduğunu anladı. İnsan neyi yapıp neyi yapamayacağını bile bile bir kimlik inşa ediyor. Önce başkasına bakıyor sonra kendisine nasıl davranıldığına. Neye yanlış, neye doğru diyeceğini öğreniyor ve karar veriyor. Zelig gibi olmamak için oldukça çaba harcaması gerekiyor. Sonunda kendini yonta yonta inşa ediyor. Kişinin kendini bilebilmesinin tek yolu ise adımlarını geçmişiyle yüzleşe yüzleşe atabilmesiyle oluyor. Elbette insanlar baştan başlayabiliyor. Ama yok sayarak, inkar ederek değil, tam tersine kabul ederek, özür dileyerek.
Aksu Bora’nın olduğunu anımsıyorum, şöyle diyordu; “her şey durgunken, dinginken, artçılar bitmişken sarsıntıyı hissetmeyiz ama bu bir fay hattıdır, orada durduğunu biliriz.”
Unutma kültüründen hatırlama kültürüne
Kuşkusuz toplumun da sağlam adımlar atabilmesinin ön koşuludur, ülkenin geçmişiyle hesaplaşabilmesi, toplumsal belleğini canlı tutabilmesi, olanları inkar ederek, beğenmediklerinin üzerine toprak atması değil ama tam tersine, o toprağı elleriyle kazıyarak gerçekleri kutsaması gerekir.
Mithat Sancar’ın derli toplu bir biçimde özetlediği çalışmasını tezim gereği okumuştum. Okumayanlara önerim olan “Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne” kitabı, ulus devlet inşa sürecinin kendi şanına, şöhretine yakışmayacak olan olayları nasıl bir karanlık odaya hapsettiğini anlatıyordu. 1980’lerden itibaren ortaya çıkan “hafıza patlaması” ya da “hafıza başkaldırısı”, “hafızanın intikamı” süreçlerinin Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerin çökmesi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin dağılması, Güney Afrikadaki ırkçı rejimin değişmesinin toplumları geçmişleriyle yeni bir ilişkiye girmeye zorladığını söylüyor ve tüm bu yüzleşmeleri örnekleriyle açıklıyordu. Bu süreçlere verilen isimler elbette tesadüfi değil. Geçmişin dehlizlerine gönderdikleriniz büyüyen hayaletler olarak geri dönüyor. Sakladıklarınız ne kadar çoksa verilecek hesabınız tabiri caizse amel defteriniz o denli kalabalık oluyor.
Yine Sancar anlatıyor: 1950’lerde ilk defa 2. Dünya Savaşı’nın verdiği acılar sebebiyle Almanya’da bir konferansta “Vergangenheitsbewältigung” kelimesi ortaya atılıyor. Sonradan “bewältigung” kelimesinin başarmak, üstesinden gelmek anlamına gelmesi sebebiyle epey tartışılsa da kelime “üstesinden gelinmemiş bir geçmişin gölgeleriyle uğraşma” anlamına geliyor. Neden orada çıkıyor bu terim ortaya? Nazi rejimi ve onun acı tecrübeleriyle heba olmuş bir nesil sebebiyle ta 1950’li yıllardan beri bu konuyu tartışmaya, düşünmeye başlıyorlar.
Halının altına süpürülen, yokmuş gibi yapılanlar
Ben kendi alanım gereği bu işin başka bir kısmını bilirim. Açıkça konuşulamayanlar sinemada çoğunlukla sessizlik metinleri olarak karşımıza çıkarlar. Sevilay Çelenk’in Bianet’te suskunluk ve ses arayışını anlattığı güzel bir yazısı vardır. Bu örnekler Sürü filminden başlar, Hakkari’de bir Mevsim’e, Babamın Sesi’nden, Annemin Şarkısı’na, Küçük Adam Büyük Aşk’tan Gelecek Uzun Sürer’e, Sesime Gel’den Yarım Ay’a onlarca filmde devam eder. Atılamayan çığlıklar, geçmişin hayaletleridir. Onlarla yüzleşmezseniz topluma musallat olurlar.
Filmler eksiltme yoluyla sadece göstererek anlatabilir. Açıkça konuşamadığımızda göstergeler ortaya çıkar. Örneğin Annemin Şarkısı filmi “Annemin Şarkısı” bir köy öğretmeninin öğrencilerine tavuskuşu olmaya çalışan karganın hikayesini anlatmasıyla başlar. Film Diyarbakır’da başlar. Öğretmen hikayeyi Kürtçe anlatır, taklit yapar, sınıfın çocukları gülmekten yerlerdedir. Film başladığında yılın 1992 olduğunu görürüz. Beyaz bir Toros okula yanaşır, sınıfa adamlar girer ve bu adamlar genç öğretmeni alıp götürür. Filmin Kürtçe başlaması ve gördüğümüz beyaz toros göstergedir. O öğretmen bir daha geri dönmeyecektir. Film burada görüntüleri eksilttiği gibi birçok yerde sesin hayattan nasıl eksiltildiğini anlatır. Bu sahne söylediğim noktada neredeyse bıçak gibi kesilir. Ve yoluna mekansal ve zamansal olarak ilerlemiş devam eder. Bu dil aynı zamanda söylenmemiş olana, anlatılamamış olana da vurgudur. Hayatın söylenemeyeni ile sinemanın söylenemeyeni kendilerine ortak bir payda bulurlar. Annemin Şarkısı’nda acıyı ciğer sökmeden anlatmanın bir yöntemi olan eksiltme çok da etkili olur.
Sanat hayattan güzeldir
İzlediğimiz bir sinema filmi olduğundan eksiltme dediğimiz teknik bize eksik parçaları zihnimizde tamamlama ihtimali verir. Eksiltme hem görüntüde hem seste kullanılan etkili bir sinematografik yöntem. Bu yöntemde gösterilmeyen ya da duyurulmayan dramatik öğeyi arttırır. İzleyici kendi bilgisi, hafızası ve inancı doğrultusunda eksik parçayı tamamlayabilir. Ama gerçek hayattaki eksiltme hayatı estetize etmez. Sanat bir kez daha hayattan daha güzeldir.
Ben de sadece kendini bilmeye çalışan, her gün yonta yonta inşa etmeye çalışan biriyim. Ama bir parmak şaklatmasıyla düzelebilecekken düzelmeyen şeylerden zarar gören binlerce insanın belki de en şanslılarındanım. Doğruyu bildiğimi iddia edemem, seve seve yanılabilirim. Ama yaşananlar, tecrübeler neye karar verebileceğim konusunda bana her zaman mihmandarlık eder. Bu yüzden de aklıma hep Cesare Pavese gelir. Ne demişti? “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?”