İbrahim Turhan
Zor bir dönem: Corona Sonrası Tehditler
Küresel ekonomi zor bir döneme giriyor. Mart ayının ortasından beri devam eden karantina önlemleri iktisadî faaliyeti derinden etkilemeye devam ediyor. Mayıs’ın ortalarından itibaren kısıtlamaların kademeli bir biçimde gevşetilmesi bekleniyorsa da yaşamın olağan akışına dönmesi kolay olmayacak. Küresel salgın gerçeği ile tanıştık, cin şişeden çıktı bir kere. İnsanların toplu olarak bulunulan yerlere geri dönüşü zaman alacağa benziyor. Etkili bir aşı veya kesin bir tedavi bulununcaya kadar çoğu kişi sosyal mesafeyi korumaya özen gösterecek. Basına yansıyan fotoğraflarda, açılmaya hazırlanan lokantalarda masaların ortasına, iki taraf arasındaki izolasyonu sağlayacak saydam plastikten bir bölme yerleştirildiğini gördük. Havayolu başta olmak üzere ulaşımda yeni koruyucu uygulamaların devreye koyulması şaşırtıcı olmayacak. Aynı şekilde yabancı ülkelere yolculuk izinlerinin de sıkılaşacağı bekleniyor.
Kapanan işletmelerin ne kadarının yeniden faaliyete geçebileceği, işsiz kalanların ne kadarının yeniden iş bulabileceği, bireylerin harcama eğilimlerinin bu sarsıntıdan nasıl etkileneceği hâlâ cevabını kesin olarak bilemediğimiz sorular. İş yaşamında büyük değişiklikler oluyor. İş yapma biçimleri kökten değişebilir. Sosyal yalıtım altına geçirilen bu dönemde uzaktan çalışma, iş süreçlerinin dijitalleşmesi ve sanal ortama taşınması, birçok işletmenin bakış açısını ve iş modellerini değiştiriyor. Aslında gerekenden çok fiziksel mekân kullanıldığı, iş yolculuğu ve konaklama harcamalarının bir kısmının gereksiz olduğu fark edilirken istihdam edilen insan gücünün de gözden geçirilmesi kuvvetle muhtemel. Basında yer alan haberlerden, ABD merkezli bir firmanın, Coronavirüsle ilgili bilgilendirme yapacağını söyleyerek sanal toplantıya davet ettiği 406 çalışanını iki dakikalık bir konuşmanın ardından işten çıkardığını öğrendik.
Küresel üretim ve tedarik zinciri yapısında da değişiklikler olacaktır. Geçen yazımızda (Coronadan Önce ve Coronadan Sonra: Fırsatlar) değindiğimiz gibi gelişen piyasa ekonomileri için sıkıntı birkaç boyutlu. Hem küresel refahtan daha az pay alacaklar hem sermaye akımları konusunda zorlanacaklar. Gelişmiş ülkelerle aralarındaki büyüme farkının ve yüksek getiriler sayesinde sürekli değerlenen varlıkların sağladığı bolluk dönemi sona ererse gelişen piyasalar için finansman bulmak da mevcut yükümlülükleri çevirmek de zorlaşabilir.
Öte yandan harcamalar artıyor. Hemen her yerde hükümetler, doğrudan malî destekler sunarak, vergi ve sosyal güvenlik ödemelerini erteleyerek, kredi, garanti ve likidite destekleri sağlayarak evlerinde kalmak zorunda kalan kitlelere ve duran talep sebebiyle zor durumdaki üreticilere para akıtıyor. Krizin yakıcılığı, büyüyen bütçe açıklarının ve artan borçluluk oranlarının şimdilik göze batmasını önlüyorsa da herkes bu hesabın bir gün görüleceğinin farkında.
Krizden çıkışın hızlı olmayacağı, zamana yayılacağı konusunda iktisatçılar arasında görüş birliği var. Yine de talep bir gün toparlanmaya başlayacak ve Covid-19 salgını dolayısıyla arz tarafında yaşanmış olan tahribatın etkileri işte o zaman hissedilmeye başlanacak. Şu anda daha ziyade talep yönlü olarak yansıyan sorunlar bir arz şokuna dönüşebilecek. Paranın bu kadar bol, bütçelerin böylesine geniş olduğu bir dönemde talep toparlanırken arz tarafında sıkıntı olmasının hoş olmayan sonuçları olacaktır.
Bunlar gerçekleşme olasılığı belli bir seviyenin üzerindeki riskler, yani tehditler. Kesinlikle olacak demek değil ama dikkate almak gerekiyor. Türkiye, bu tehditlerin ortasına olabilecek en kırılgan durumda giriyor. 2017’den beri bozulmakta olan bütçe dengesi maliye politikası alanında manevra alanını daraltmış durumda. Tam da bu yüzden müdahaleler cılız, ihtiyaçları karşılamaktan uzak kalıyor. Gelecek Partisi Hazine ve Maliye Politikaları İzleme Kurulu Başkanı İktisatçı Serkan Özcan’ın hesaplamalarına göre, 200 milyar TL gibi iddialı bir büyüklüğe sahipmiş gibi görünen istikrar kalkanı paketinin ancak 20 milyar TL’lik kısmı doğrudan malî destek şeklinde, geri kalanı “el kesesinden cömertlik” misali kredi desteği.
İstihdam verileri bir hayli gecikmeli geliyor. Elimizde en son Ocak işsizlik rakamları var. Buna göre istihdam 27,2 milyon kişi ve bu, 2018 Ağustos krizinden öncesi seviyenin 2 milyon kişi altında. İşsiz sayısı Ocak’ta 4,4 milyon kişi olarak görünüyor. Oysa o dönem iyi günlerimizdi, ekonomi hızla büyüyordu. ABD’de Mart’ın ortasından beri işsizlik ödemesine başvuranların sayısının 26 milyon arttığı göz önünde bulundurulacak olursa bizi ne kadar ciddi bir tablonun beklediği anlaşılabilir.
2018 yılı başında 90 milyar ABD dolarının üzerinde brüt döviz rezervi olan Merkez Bankasının bugün elinde, önemli bir kısmı gerçekte kendisine ait olmayan (swap yoluyla borçlanma gibi yöntemlerle temin edilmiş) 54 milyar dolar kalmış durumda. Yılbaşına göre parasal genişleme yüzde 40 civarında. Şimdilik daralan talep ve ekonomideki çıktı açığı sebebiyle enflasyon riski olmasa da talep canlandığında bu paranın geri çekilmesi gerekecek. Oysa ortada ne yılbaşından beri basılan 80 milyara yakın paranın nereye harcandığına ne de ileride uygulanacak çıkış stratejisine ilişkin somut bir bilgi var.
Ekonomi yönetimi yoğunluğunu giderek arttırdığı ve ne yazık ki bir kısmı ‘kayıt dışı’ müdahalelerle kurları şimdilik kontrol altında tutmayı başarıyor. Yabancı yatırımcı biraz da bu sebeple Türkiye piyasalarına dönüp bakmıyor bile. Zaten şeffaflık neredeyse tümden ortadan kalkmış olduğundan baksa da bir şey görmesi zor. Aslında böyle bir dönemde yabancıların elindeki TL varlıkların ve TL likiditesinin düşük olması bir bakıma olumlu görülebilir. Ancak fırtına bulutları dağılıp güneş yeniden parlamaya başlayınca, bugün zorlamayla, canlarını yakarak gönderdiğimiz yabancıların sağladığı fon akımlarına yeniden ihtiyaç duyacağımızı veya çok daha düşük büyüme rakamlarını kabul etmek zorunda kalacağımızı bilelim.
2021 yılının özellikle ikinci yarısında bu konuları tatsız biçimde konuşmamız gerekecek. Yüksek TL likiditesi ve parasal sıkılaştırmayı zor bir karar haline getiren işsizlik, düşük büyüme, durma noktasındaki sermaye akımları, yüksek enflasyon, hızla büyüyen bütçe açıkları, sorunlu alacak yükünü taşıyamaz hale gelmiş bankalar, kırılganlığı artmış TL. Neyse ki daha çok vakit var, değil mi?