Murat Aksoy
Üyelikten mülteci bekçiliğine AB serencamı
Görevi Eylül ayında sona erecek olana Almanya Başbakanı Angela Merkel geçtiğimiz günlerde düzenlediği toplantıda; “Benim siyasi görüşümü ve Türkiye’nin AB’ye üye olmasını geçmişte ve halen öngörmediğimi biliyorsunuz. Yine de Türkiye ile yakın ilişkilerden yanayım. AB’nin mülteci anlaşmasının da savunucusu oldum.” açıklamasında bulundu.
Yine Merkel, yapılan mülteci anlaşması kapsamında dahilinde Türkiye›ye 3 milyar euro ek fon vereceğini ifade ederek mealen; “Mülteciler insan, siyasi araç olarak kullanılmamalı. … Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapan Türkiye’nin bu hususta olağanüstü başarı sergilediğini, AB’nin küçük ölçekte olsa da Ankara’yı desteklediğini ve anlaşmanın devamının ilgili tarafların çıkarına olacağını” söyledi.
Merkel’in bu sözlerine ne siyasi iktidar ne de iktidarın gayri resmi milliyetçi büyük, ulusalcı küçük ortağından tatmin edici bir cevap gelmedi.
Merkel’e verilmeyen cevap, siyasi iktidarın AB üyeliği konusunda geldiği nokta bir anlamda AK Parti’nin siyasal dönüşümünü de ifade ediyor.
Oysa AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz yılın sonunda uzaktan katıldığı kongrelerinden birinde; “Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz. Dostlarımızla ve müttefiklerimizle daha güçlü iş birliği halinde olmak istiyoruz.” şeklinde bir konuşmada yapmıştı.
Merkel’in konuşması, bu konuşmaya verilmeyen cevap bunun olmayacağının açık bir kanıtı.
NEREDEN, NEREYE?
Diğer yandan AK Parti’nin ilk iki döneminde AB üyeliği, güçlü bir siyasal hedefti. Üyelik müzakerelerinde pek çok olumlu adım atılmış, demokratikleşme yönünde önemli kazanımlar elde edilmişti.
Ancak AB, özellikle 2008-2010 döneminde Türkiye’yi yeni fasıllar açarak teşvik etmek yerine özellikle içerde Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Fransa’nın yeni başlıkların açılmasını bloke ederek çıkardığı zorluklara boyun eğmiş ve üyelik yolunu büyük ölçüde zora sokmuştur. Gerçekten bu süreçte, AB, Türkiye’nin üyeliği konusunda daha teşvik edici olsaydı, başka bir tarih yazmak mümkün olabilirdi. Bu açıdan Türkiye’nin AB üyeliği konusunda siyasi iktidar kadar AB’nin basiretsizliği de önemli rol oynamıştır.
AB’nin Türkiye’ye mesafe aldığı bu dönemde, 2010 sonunda Tunus’ta başlayan ve Arap Baharı anılan süreç, AK Parti için başka bir siyasallaşmanın yolunu açtı ve eksen değişikliği yaşandı.
O dönem Arap Sokağı’nda güçlü bir figür olan Erdoğan, bu güç de dahil olmak üzere, Müslüman Kardeşler ile kurduğu ideolojik bağ üzerinden Yeni Osmanlıcılık hayaline kapıldı. Ve bu tarihten itibaren AK Parti ve Erdoğan, sadece AB ile değil ABD ile de ulus-devlet Türkiye olarak değil kendine biçtiği İslam Dünyası lideri rolü ile ilişki kurmaya çalıştı.
Ancak bu temelsiz bir liderlik hayali idi ve önce Suriye, sonra da Mısır’da çöktü. Ama bu hayalin Türkiye’ye maliyeti ağır oldu.
2013 Gezi sonrası süreçte başta hukuk ve demokrasi alanında yaşana geri dönüşler ve son olarak yeni yönetim sistemi olan Türk Tipi Başkanlık konusunda AB, kurumsal olarak pek çok kez uyardı. Özelikle yeni yönetim sistemin AB üyeliğine hukuki açıdan nasıl ters olduğunu, onların raporlarından okuduk.
Kaldı ki bu süreç içinde yenilenmesi gereken Gümrük Birliği Antlaşması henüz yenilenebilmiş değil. Üyelik müzakereleri i fiili olarak kesilmiş durumda.
PARAYA FEDA EDİLEN DEĞERLER
Merkel’in konuşması bir kez daha AB’nin kapısının Türkiye’ye net bir şekilde kapalı olduğu mesajını veriyor.
AB için Türkiye, ekonomik bir ortak ve AB’ne olası mülteci akının önleyen bir bekçi.
Ama bu sadece onların bize biçtiği rol değil. Asıl üzücü olan siyasi iktidarın da bu rolü içselleştirmiş olması.
Evet Türkiye, ülkemize sığınan mülteciler için bugüne kadar özellikle maddi olmak üzere büyük fedakarlıklar yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ancak hemen ifade edelim ki, bu mülteci dramının siyaseten sorumlu ülkelerinden birisi de siyasi iktidardır.
İflas eden Suriye politikasını sürdürmeye karalı olan iktidar blokunun bu tercihi, mülteci sayısının her gün artmasından başka bir sonuç doğurmuyor. Benzer bir hata son dönemde Afganistan’da yapılıyor ve Afgan “erkek” mülteciler Türkiye’ye geliyor.
Siyasi iktidar, bedeli karşılığı ise ülkeye sığınan mültecilerin Avrupa’ya gidişini önleme, Afganistan’da jandarma olmada sorun görmüyor. Bedeli alındıktan sonra her türlü ileri uç karakolluğa, jandarmalığa hazır görünüyor.
Oysa bu siyasal bir pozisyon değil. Hem Türkiye hem de AB için.
AB kendini dayandırdığı ahlaki ve siyasi değerleri, güvenlik kaygıları ile siyasete feda ediyor. AB’nin bu tavrı, birliğin kendi değerlerini de inkar etmesi anlamına geliyor.
Diğer yandan siyasi iktidar “değerli yalnızlık” olarak savunduğu ahlaki değerleri, birkaç milyar euroya feda ediyor.
Özetle 2005’de üyelik hedefiyle başlayan AB yolculuğu, AB’nin ileri uç karakolu olarak sığınmacıların bekçiliğine feda edilmiş görünüyor.
Yazık…