Nesrin Nas
Umutlar ve gerçek
Son bir haftadır ülkede bir bahar havası esiyor.
Herkes pek bir mutlu ve umutlu. Albayrak’ın, 25 saatlik karanlığın ardından açıklığa kavuşan ve hepimize, içinde bulunduğumuz rejimin ne olduğunu açık seçik anlatan istifasının ardından Doların, Euro’nun fiyatı gerilemeye başlamış. Üstüne Erdoğan da hukuk reformu yapacağız demiş, hatta çiçeği burnunda(!) Adalet Bakanı da “Anayasa Mahkemesi karar verip mahkemenin uyar mı uymaz mı gibi bir öngörülebilirliğin olmadığı yerde yatırımda hukuk öngörülebilirliğinden bahsetmek mümkün değildir.” demiş. Aslında bakan da ‘yatırım’ vurgusuyla yapılmak istenenin yatırımcıların gelir, kazanç ve mülkiyet haklarını güvence altına alan ‘hukuki güvenlik’ adımları olacağını söylemiş, ama biz yine de umutlanmaktan vazgeçmiyoruz. Belki bu rüzgarda ABD’deki yeni yönetimi de selamlamak için ‘iddianame’ ile değil Osman Kavala’nın ifadesiyle ‘iftiraname’ ile demir parmaklıkların arkasında tutulan birkaç siyasi tutuklu,yazar ve gazeteci serbest bırakılır diye umudumuzu koruyoruz.
Tabii hukuki güvenlik meselesinde de ne kadar ileri gidileceği meçhul. Mesela ihale kanunu değiştirilerek ihaleler yeniden rekabete açık ve şeffaf hale getirilebilecek mi? Merkez Bankası para politikası gerçekten bağımsız olacak mı? Varlık Fonu şeffaf ve denetlenebilir hale gelecek mi? Kamu harcamaları ve kamu borçlanması izlenebilecek mi? Yoksa gelir garantilerine, Hazine garantilerine yüklenilip, yarırımcılara ‘korkmayın, gelin güvenceniz benim, sözüm sözdür mü’ denecek?
Daha 29 Eylül 2020 günü, Berat Albayrak üç yıllık Yeni Ekonomi Programı’nı (YEP) açıkladıktan sonra ona çok güvendiklerini dile getirerek alkışlayanların, 11 Kasım’da Bakan’ın istifasından sonra Erdoğan’ın “Ekonomi yönetimini yeniden oluşturduk, hem sıkıntıları çözecek hem de bizi hedeflerimize ulaştıracak hamleleri süratle hayata geçireceğiz” sözlerini alkışlamasını bir kenara bırakıp, Türkiye yeniden hukukun üstün olduğu demokratik bir siyasi rejime dönüşebilir mi sorusuna cevap arayalım.
Sizi bilemem ama ben bu konuda oldukça karamsarım.
Demirtaş’ın, Kavala’nın, yerlerine kayyım atanan seçilmiş belediye başkanlarının neden tutuklu olduğunu sorgulayan grup konuşmasının ardından, dokunulmazlığının kaldırılması için Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı hakkında fezleke hazırlayan, İstanbul halkının havasından suyuna yaşamını tehdit edecek Kanal projesine karşı çıktığı için, Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’na bu bir devlet projesidir diyerek ‘bölücülük’ soruşturması açan bir zihniyetin asla hukuk reformu yapamayacağını, olsa olsa yatırımcı imtiyazlarının alanı ve kapsamını genişleteceğini bildiğimden umutlu olamıyorum.
Üstelik Türkiye, adım adım anayasasızlaştırılır ve siyasetsizleştirilirken ve bunun doğal sonucu olarak ekonomiden adalete, eğitimden sağlığa derin bir krize sürüklenirken, muhalefetin hâlâ iktidarın çizdiği sınırları aşmaya korktuğu bir ülkede umuda cesaret etmek için bile çaba gerekiyor. Hele Ümit Özdağ’ın tüm muhalefet partilerinin yeni anayasa çalışması iddiası hakkında, bize terörist derler ürkekliğiyle önce İyi Parti Genel Başkanı Akşener’in, telaşla “Vallahi de, billahi de iftira. HDP ile asla görüşmedik, kimse ile anayasa çalışması yapmadık” demesi, ardından Kılıçdaroğlu’nun “Böyle bir anayasa çalışması yok. Kamuoyunda tartışılıyor, ben de hayretle izliyorum” açıklaması ve muhalefetin bu ürkekliğini gören iktidar cenahının, sanki ortada büyük bir suç varmış ve muhalefete suçüstü yapılmış gibi tehditkar tutumu ortadayken…
Çoktandır devlet benim diyen ve siyasette meşru alanı belirleme gücünü eline alan iktidarın çizdiği sınırlara hapsolmuş muhalefetin kendisi de, ortaya koyduğu ürkek tavırla, sivil bir anayasa girişimi çerçevesinde olabilecek en geniş mutabakatı arama çabasını meşru görmediğini ve iktidarın dayattığı siyasetsizliği kabullendiğini itiraf ediyor.
Siyaseti, uzun bir süreden beri kamusal bir faaliyet olarak değil, aritmetik hesaplamalara indirgenmiş bir iş olarak gören ve siyasetin dönüştürücü gücünü yok sayan bir muhalefet için anketlerin ne söylediği, toplumun dertlerinden önce geliyor zaten…Haliyle radikal popülist siyasetin esasını bir kitle psikolojisi tekniği olarak propagandanın oluşturduğunu ve propagandanın hitap ettiği kitlenin de “otorite bağımlısı” olma, hatta totalitarizme kapı aralama ihtimalinin arttığını muhalefet görmezden geliyor. Ne yazık ki, bu durum siyasetin alanının iktidar dışına tamamen kapatıldığı demokrasisizlikte totaliter bir rejimle noktalandığında, karşı durmak için çoğu kez geç kalınmış oluyor.
Oya Baydar’ın ifadesiyle “Muhalefet, estek köstek demeden demokratik ittifakın asgari müştereklerinde birleşip Türk usulü faşizmin karşısına, “Biz halkız, biz Türkiyeyiz” diye dikilebilirse, seçim ve oy pazarlıklarını aşan gerçek demokratik ittifakta buluşabilirse ülkemiz ağır ağır rayına girecek. Aksi halde, -ister tek adam, ister çift adam- uçuruma yuvarlanmaktan kurtulamayacağız.”
Bunun böyle olduğunu ABD seçimleri çok açık ortaya koydu. Demokratik parti platformunu değiştirmek için olabilecek en geniş uzlaşmayı Biden’ın liderliğinde sağlayan Demokrat Parti, seçimleri ancak ve ancak güçlü bir kurumsal ve bağımsız medyanın, yargının ve kurumların desteğiyle aldı. Havadaki umut seviyesi yükseldi, iyimserlik geri döndü.
Elinde güçlü ve bağımsız bir medya, yargı ve işleyen kurallara bağlı kurumları olmayan Türkiye’de, bir gün bizlerin de Alexandria Ocasio-Cortez, gibi “Artık cehenneme doğru serbest düşüş durumunda değiliz” diyebilmemiz ve umutla geleceğe bakabilmemiz için, tüm muhalefet partileri ve sivil toplumun siyasete yeniden alan açarak olabilecek en geniş demokrasi ve ortak yaşam ititfakını oluşturması gerekiyor. Alsi halde umut ve iyilik bu topraklarda asla yeşermez.