İbrahim Turhan
Ukrayna Krizi ve Tutmayan Hesaplar
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ülkesinin “soyulduğunu” söyleyen, Ukrayna’nın gerçek bir devlet olarak meşrutiyetini Rus tarihine dayanarak inkâr eden, bunu “Lenin’in yanılgısı” ile izah eden Putin büyük bir hesap hatası yaptı. Putin’i tıpkı 1990’da Kuveyt’i işgal eden Saddam rejimininkine benzer bir akıbetin beklediğini düşünmek yanlış olmayacak.
Henüz COVID-19 küresel salgınının ekonomilerde açtığı yaralar tam olarak iyileşmemişken Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla küresel ekonominin üzerine yeniden kriz gölgesi düştü. Aslında yaşanan kriz bize özgü değil ama ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Üstelik sorun artık sadece finansal piyasalardaki dalgalanmalarla sınırlı da kalmıyor. Gündelik yaşamı olumsuz etkileyen yansımalarına her gün farklı bir alanda tanık oluyoruz. Yaşanan, ekonomilerin gelişmişlik düzeyinden, hatta bir ölçüde ülkelerin coğrafi konumlarından bağımsız genel bir sorun olsa da Türkiye yine en yüksek maliyeti ödeyenler arasında yer alıyor.
Jeopolitik kriz, önce enerji ve emtia fiyatlarını vurdu. Geçen yıl Kasım ayında Uluslararası Enerji Ajansı, 2022 yılında petrol fiyatlarının 70 ABD dolarının (USD) altına düşeceğine ilişkin tahminlerini yayımlamıştı. Gerçi bazı yatırım bankaları raporlarında, küresel salgının etkisinin sona ermesine ve OPEC’in petrol arzını katı biçimde kısıtlamayı sürdürmesine bağlı olarak 2022’nin ilerleyen dönemlerinde fiyatların 110-125 USD düzeylerine yükselebileceğine ilişkin senaryolara yer vermişti ama hiç kimse Mart’ta bu fiyatların bile iyimser kalacağı bir duruma hazırlıklı değildi.
Rusya’ya yönelik yaptırımlar sıkılaştıkça, AB’nin doğal gazının yüzde 40’ına yakınını buradan tedarik ediyor olması endişeleri de doğal olarak artırdı. ABD’de gaz fiyatları Ekim 2008’den beri en yüksek düzeyine ulaştı. AB’de ise daha trajik bir tablo yaşandı; gaz fiyatı geçen yılın aynı dönemindeki düzeyinin 10 katına ulaştı. Rusya’nın küresel üretim içinde kayda değer paya sahip olduğu bakır, alüminyum, nikel gibi sanayi metallerinde, paladyum, altın ve gümüş gibi değerli metallerde büyük fiyat artışları kaydedildi. Ukrayna’nın ve Rusya’nın üretip dünyaya sattığı buğday, mısır ve bitkisel yağlar gibi tarımsal emtia fiyatları da arzda yaşanabilecek sıkıntıları yansıtacak şekilde tepki gösterdi. Rusya’ya yönelik finansal yaptırımların sonuçları piyasalardaki risk algısını da olumsuz etkiledi. Gelişen piyasa ekonomileri arasında emtia ihraççısı olmayanlardan sermaye çıkışları gözlendi. Artan enflasyon ve para politikalarının küresel ölçekte sıkılaşacak olması da bunlara eklenince bütün dünyada enflasyon beklentileri yükseldi, küresel büyüme beklentileri aşağı çekildi.
Krizin Türkiye’ye Maliyeti
Rusya’nın saldırganlığı ve dünyanın bu haksız işgale gösterdiği tepkiler sebebiyle yaşanan son olumsuzluklar konusunda yapılabilecek fazla bir şey yok. Dış açıkta, bütçede, enflasyonda bu nedenle oluşan ilave baskı yüzünden hükümeti eleştirmek doğru ve haklı olmaz. Ama ya geçmiş? Hikâye burada başlamadı ki!
Türkiye bu krize olabilecek en kötü koşullarda yakalandı. 2018’den beri deneme tahtasına çevrilmiş olan ekonomide izlenen politikalar bizatihi istikrarsızlığın kaynağı haline gelmiş durumda. Çin örnek gösterilerek makulleştirilmeye çalışılan zayıf Türk lirası (TL) politikası üç ayda iflas etti. Kur artışını durdurmak için alelacele devreye sokulan Kur Korumalı Mevduat (KKM) ve ihracat dövizlerinin dörtte birinin zorunlu devri gibi uygulamaların da artık kur üzerindeki baskıyı daha fazla frenlemeye yetmediği anlaşılıyor. “Düşük faiz-yüksek kur” ile dış ticaret fazlası sağlama, KKM ile kuru zapturapt altında tutma ve üretim artışı ile enflasyonu düşürme umutları ile birlikte Ekonomi ve Hazine Bakanı’nın gözlerindeki ışıltı da söndü.
Yaşadığımız sıkıntılar geçtiğimiz Ekim’den beri çok şiddetli hale gelmiş olsa da sorunun temeli daha önceki döneme dayanıyor. Hatırlayalım; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte ekonominin dümeni ellerine teslim edilen ve kayıtsız şartsız bir yetkiye sahip olarak bütün hayallerini yaşama geçirmeye çalışan iki önceki bakanın yanlış kararları yüzünden ekonomi darbe üstüne darbe yemişti. Politikaların ekonomiyi çıkmaza soktuğunu gizleyebilmek ve bakanın kamuoyu algısını kurtarabilmek adına neler yapılmadı ki? Merkez Bankası o dönem 128 milyar dolar rezervi boşu boşuna yaktı. Yine geçmişte “enerji fiyatları yoluyla enflasyonu düşürme” anlamsızlığı ve yanlış uygulamalarla enerji üreticisi ve dağıtıcısı şirketlerde devasa borç yükleri oluşturulmuş, bankacılık sektörünün varlık kalitesini bozacak dayatmalar yapılmıştı.
Bir düşünelim; Hükümet gereksiz yere, kara gün için ayrılan Merkez Bankası yedek akçesine ve ihtiyatlara varıncaya kadar bütün kaynakları harcayıp tüketmiş, bütçedeki bütün esneklikleri, bütün tamponları kullanmış olmasaydı, hem Hazine’nin hem Merkez Bankası’nın döviz borçlarını artırıp kamuda kur baskısı oluşturmasaydı, kamu bankalarının kaynaklarını ahbap çavuş kapitalizmi ilişkilerinde ve verimsiz projelerde çarçur etmeseydi, tarım ve fiyat politikalarıyla Türkiye’nin üretim yapısını zaafa uğratmasaydı, küresel yatırımcıyı adeta tekme tokat kovarak piyasaları küstürmüş olmasaydı Türkiye ekonomisi bu krizi daha iyi koşullarda göğüsleyebilirdi. Yaşanan ekonomik sıkıntıların sebebi olarak “Lozan Antlaşması’nın gizli maddelerini” gösterecek kadar kendini kaybetmiş olanlar için bir anlamı olur mu bilmem ama enflasyon yüzde 50’nin üzerine, ortada henüz böyle bir kriz yokken çıkmıştı.
İki önemli hata yapıldı. Birincisi; Hükümet kendi gönlünden geçen siyasal vizyonu serbest piyasa modelinde ve dışa açık bir ekonomide gerçekleştiremeyeceği varsayımıyla dümeni, Türkiye’nin her bakımdan daha kapalı olacağı bir yapıya doğru çevirdi. Ekonominin dışa açıklığı azaldığında kumanda ekonomisi modeliyle her şeyi kontrol edebileceklerini, hayallerini gerçeğe dönüştürebileceklerini sandılar. İkincisi; Batı İttifakı’nda yer almanın Türkiye’nin çıkarlarıyla çeliştiğini, zaten Batı’nın da sonunun geldiğini, Rusya-Çin ekseninde Avrasyacı bir dış politika ve Yeni Ekonomi Modeli ile ütopyalarını gerçekleştirebileceklerini düşündüler. İkisi de yanlış hesaptı.
Rusya’nın Yanlış Hesabı
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali göz göre göre geldi. Putin’in uzun süredir böyle bir hamle için hazırlık yaptığı anlaşılıyor. 2014 Mart’ında Kırım’ın Rusya tarafından ilhakının ardından Batı İttifakı tarafından uygulanan yaptırımlar, bir sonraki hamleden önce böyle bir hazırlık sürecinin şart olduğunu göstermişti. Rusya, o tarihten itibaren Batı İttifakı’nı zayıflatacak bütün gelişmelerde doğrudan ya da dolaylı olarak yer aldı.
Rusya’nın bu alandaki en önemli başarısı, NATO’nun cephe ülkesi olan Türkiye’yi kendine yaklaştırması oldu. Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemlerini almasıyla başlayan Türkiye-ABD krizi, Batı İttifakı için büyük bir darbe, Rusya için ise önemli bir kazanımdı. Böylece Türkiye ile Rusya arasında enerji ve ekonomi alanlarında yoğunluğu artan ve Türkiye’nin giderek Rusya’ya bağımlı hale gelmesine yol açan ilişkiler, savunma sanayii alanına da yayılmış oldu. Putin bir yandan NATO’nun Güneydoğu kanadını zayıflatacak hamleler yaparken diğer yandan da Macaristan’da Orban ve Polonya’da Kaczyński hükümetleriyle sıcak ilişkiler kurarak onları destekledi. Macaristan’daki ve Polonya’daki aşırı sağcı popülist siyasetçilerin politikalarının, Avrupa Birliği (AB) içinde bir süredir devam eden ve karar mekanizmalarını olumsuz etkileyen bir krize yol açtığı biliniyor. Batı İttifakı’nın doğu cephesindeki çatlağın yukarı doğru genişlemesi Putin’in işine geliyordu.
Rusya interneti ve sosyal medyayı Batı’yı zayıflatmaya yönelik girişimlerinde siber araç olarak etkin biçimde kullandı. 2016’da yapılan ve kıl payı farkla İngiltere’nin AB ile yollarını ayrılmasıyla sonuçlanan Brexit referandumunda, Cambridge Analytica şirketinin seçmenlerin psikolojik profillerini siyasi kampanyada kullanmak üzere etik dışı yöntemlerle veri sızıntısı yaptığı ortaya çıktı. Bu ve benzeri yöntemlerle halkoylamasının sonucunu etkileyecek yönlendirmeler yapıldığı iddiaları yaygın. Rusya ile bağlantılı grupların da perde gerisinden bu girişimleri desteklediği en yetkili ağızlardan dile getirilmişti.
Benzer iddialar çok daha güçlü olarak 2016 sonunda Donald Trump’ın kazandığı ABD başkanlık seçimleri için de gündeme getirildi. Her ne kadar Trump’ın kendisinin doğrudan bağlantısı kanıtlanamadıysa da kampanya ekibinde ve başkan seçildikten sonra yakın çalışma grubunda yer alan bazı isimlerin Rusya ile gizli ilişkileri olduğu ortaya çıktı. Trump’ın başkanlığı süresince ABD, sadece yakın zamandaki en ilginç görüntülerle bir hayli renkli sayılabilecek bir dönem geçirmekle kalmadı, aynı zamanda NATO ittifakını tartışmaya açan ve AB ile ilişkileri geren bir dış politika da izledi. Irak’taki ve Suriye’deki Amerikan güçlerinin önemli bir kısmı geri çekildi. 2018’de Twitter, Rusya destekli olduğu düşünülen trol hesaplardan Brexit referandumu ve ABD seçimleri sırasında yapılan milyonlarca paylaşımı, sosyal medyanın seçimlerde kamuoyunu yönlendirme açısından ne ölçüde etkili olabildiğini göstermek amacıyla paylaştığında, parçaları bir araya getirmek hiç de zor olmadı.
Putin’in planı adım adım yürümüştü. Batı İttifakı kendi içindeki tartışmalarla ve anlaşmazlıklarla zayıflamış, ABD kendi içine kapanmış ve kalan ilgisini de Çin-Pasifik bölgesine çevirmişti. AB’nin iki güçlü ülkesi Almanya ve İtalya enerji konusunda Rusya’ya bağımlı durumdaydı. Böylece olası bir krizde tepki vermenin kendileri için maliyeti çok yüksek olacaktı. Batı iyice zayıflatılmış, dayanışma içinde güçlü bir tepki veremez duruma gelmişti. Harekete geçmenin tam zamanıydı. Zaten Rusya’nın ezici üstünlüğü karşısında Ukrayna ne kadar direnebilirdi ki? Askeri çatışma birkaç gün içinde Çar Putin’in zaferiyle sonuçlanacak, imparatorluk hedefine bir adım daha yaklaşılacaktı.
Ortak aklı değil kendi vizyonunu esas alan Putin’in tek adam rejimi, bütün benzerlerinde olduğu gibi kurumsal kapasiteleri aşındırdı. Liyakate göre değil sadakate göre görevlendirilenler, gerçekleri değil liderin duymak istediklerini söylemeyi yeğledi. Putin varken ayrı bir devlet aklına gerek yoktu. Rusya Güvenlik Konseyi’ndeki Ukrayna krizi gündemli toplantı sırasında Rusya Dış İstihbarat Şefi Sergey Naryshkin’in uğradığı muamele bu durumun çarpıcı bir örneğiydi. Bu durumda da ne Ukrayna’ya gerçekleştirilecek saldırının ve askeri çatışmanın olası risklerinin ne de Rusya’ya uygulanabilecek yaptırımların etkisinin dikkate alındığı bir hesap yapıldı. Doğal olarak evdeki hesap çarşıya uymadı. Ukrayna savaşı askerî açıdan bir batağa dönüştü, “beyin ölümü gerçekleşti” denilen NATO dirildi, dağılmakta olan Batı İttifakı toparlandı. Batı ülkeleri kendi aralarında birlik ve dayanışma sağlayamaz, ciddi bir yaptırım uygulayamaz sanılırken benzeri görülmemiş ağırlıktaki yaptırımlar Rusya ekonomisini deyim yerindeyse taş devrine geri döndürdü.
Askerî çatışma ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın bu savaşta Rusya çok büyük kayıplara uğradı. Şu aşamada artık Rusya’nın atacağı geri adımlar ya da vereceği sınırlı ödünler de bu sonucu değiştirmeye yetmez. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ülkesinin “soyulduğunu” söyleyen, Ukrayna’nın gerçek bir devlet olarak meşrutiyetini Rus tarihine dayanarak inkâr eden, bunu “Lenin’in yanılgısı” ile izah eden Putin büyük bir hesap hatası yaptı. Şimdi Putin’i tıpkı 1990’da Kuveyt’i işgal eden Saddam rejimininkine benzer bir akıbetin beklediğini düşünmek yanlış olmayacak. Yaptırımlar; zaten kırılgan olan Rusya ekonomisini 30 yıl geriye götürecek. En iyi olasılıkla bile Putin, iktidarda kalabilmek için Rusya’nın finansal açıdan Çin’in serfi olmasını kabul etmeye zorlanacak.
Aklını Kullanmayanın Hesabı Tutmaz
Dünya düzeni, çok değil 37 yıl öncesine kadar Komünist Doğu-Kapitalist Batı ekseninde şekilleniyordu. Kapitalist Batı’nın lideri ABD, Komünist Doğu’nun lideri -Rusya’nın selefi- Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) idi. 1970’li yılları yaşamış olanlar arasında, Soğuk Savaş’ın Batı İttifakı tarafından bu kadar kesin bir zaferle ve bu kadar kısa sürede kazanılacağını tahmin edenlerin sayısı azdır. Zira Soğuk Savaş 1990’da Batı tarafından kazanılmış olsa da o tarihten sadece beş yıl öncesine kadar dünya nüfusunun üçte biri komünist rejim ile yönetilen ülkelerde yaşıyordu. Komünist Blok aslında hem cüsse hem gösteriş açısından rekabette zaman zaman üstün, en kötü durumunda bile başa baş durumdaydı.
Soğuk Savaş döneminin en simgesel güç rekabeti uzay yarışı ve nükleer silahlanma alanlarında cereyan etmişti. 1957’de Dünya yörüngesine ilk yapay uyduyu ve ilk canlıyı gönderen, 1961’de ilk insanlı uzay uçuşunu gerçekleştiren, 1971’de ilk insanlı uzay istasyonunu yörüngeye oturtmayı başaran Ruslar olmuştu. Amerikalılar ise, gösteri yönü daha ağır basan Ay yolculukları dışında aslında SSCB’nin gerisinde görünüyorlardı. Ruslar, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren nükleer silah gücünde de açık ara öndeydiler. Bütün bunlara rağmen Soğuk Savaş’ı kaybettiler.
Çünkü Sovyetler Birliği ideolojik ve doktriner bir devletti ve resmî ideoloji yaşamın bütün alanlarına tahakküm ediyordu. Devlet güçlüydü ama kurumlarda özerklik yoktu. Böyle olunca da emir-komuta zinciri altında kahredici bir güce dönüşen Sovyetler, kriz anlarında ne yapacağını bilemez duruma düşüyordu. Nisan 1986’da o zamanki adıyla Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Pripyat şehri yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nde yaşanan kaza ve sonrasındaki gelişmeler, ideoloji ve devlet uğruna insan yaşamının nasıl harcanabildiğinin de, bütün cesametine karşın böyle bir devletin nasıl hantal ve beceriksiz olabildiğinin de simgesi olmuştu.
Toplumsal yapı bireyi dışlıyor, totaliter kolektivizmi yüceltiyordu. Bireysellik, özgünlük en büyük günah kabul ediliyordu. Özgür düşünce, düşünceyi serbestçe ifade hürriyeti yoktu. Dolayısıyla farklılık korkulan, tabu sayılan, yasaklanan ve bastırılan bir durumdu. “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olma ülküsü, bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi SSCB’de de egemendi.
Oysa evrendeki en büyük mucize olan yaşam, bütün gücünü farklılaşabilmeden alır. Bir doğa yürüyüşünde yerde göreceğiniz bir avuç topraktaki yaşamların sayısı ve farklılığı bile nefes kesicidir. Doğada başarı farklılaşma, değişiklikleri bir arada uyumlu biçimde koruyabilme, serbest rekabet içinde yarışabilme ve özgünleşebilme ile sağlanır. Tektipleşme, aynılaşma başlangıçta yaygınlaşmayı kolaylaştırsa ve bir üstünlük gibi görünse de beklenmedik dışsal bir şok durumunda türlerin sonunu hazırlayabilir. Cesamet ataleti getiriyorsa zaafa dönüşür. Unutmayın; Dünya’nın biyolojik tarihindeki en baskın tür, büyük olasılıkla dinozorlardı. Hem iriydiler hem güçlü. Tartışılmaz bir üstünlükleri vardı. 180 milyon yıl boyunca Yeryüzünde tam anlamıyla hüküm sürdüler ve karşılarına çıkabilecek hiçbir tehdit de görünmüyordu. Ama uzaklardan kopup gelen 10 km çapında bir kayanın ortamda yol açtığı değişime uyum sağlayamadıkları için yok olup gittiler.
Benzer dinamikler Rusya’nın bu krizde de -askerî çatışmanın sonucundan bağımsız olarak- en büyük kaybı yaşayan taraf olmasına yol açacak. Otoriter rejimlerin hepsi er geç aynı akıbete uğruyor.
Akıl ve bilim dogmaya ve tutuculuğa;
özgürlük ve çoğulculuk totalitarizme,
bireysellik kitleselliğe,
farklılık tektipleşmeye,
devinim durağanlığa,
serbest piyasa komuta ekonomisine üstün geliyor.
Yanlış anlaşılmasın; kendi halkının tepesine binip onları inim inim inlettiği halde dimdik ayakta duran birçok rejim olduğunu elbette biliyorum. Böyle rejimler kendi dar çevrelerinde, kendi küçük mahallelerinde sürgit ayakta kalabiliyor. Ama düzen kurucu olabilmek başka bir düzey. Küresel hegemonya yarışına kalkıştığınızda cüsseden kaynaklanan güç yetmiyor. Hatta bırakın hegemonyayı, bölgesel güç olma, kendi bölgenizde ‘abilik’ yapma hevesiniz bile varsa yukarıdaki karşılaştırmayı dikkate almak gerekiyor.
Aynı çukura ikidir düşen komşunun durumundan ders çıkarmalı…