Haldun Solmaztürk
Türk Ordusu – VI Liyakat, liyakat, liyakat.!
Askerlik mesleğine uzak olanlar savaşın tanklarla, uçaklarla, gemilerle veya uzaktan atılan füzelerle kazanıldığını sanırlar. Öyle değildir.!
Savaşları kazanan askerin disiplin ve morali, sıralı komutanlarına—bahusus ‘zabitan’ heyetine—duyduğu güvendir. Onun içindir ki “İyi ordularla iyi komutanlar birbirinden ayrılamazlar”.
Atatürk, Balkan Savaşı sonrası “Bugün için yapılacak iş, hiçbir kayda bağlı olmadan, müsamaha göstermeden [askeri] niteliğini ve liyakatini ortaya koyanlardan komuta ve subay heyeti meydana getirmek olmalıdır” diyor. Çanakkale’yi—ve İstiklal Savaşı’nı—kazandıran budur.
Orduya katılış, terfi, atama, görevlendirme, mükâfat ve mücâzat—ve emeklilik—kararlarının liyakat esasına göre yapılabilmesinin temel koşulu ordunun kurumsal, profesyonel özerkliğidir.
Atatürk’ün var ettiği bu gelenek 1950’den sonra süratle bozulmuş, 1960’dan sonra da ordunun ‘devlet içinde devlet’ olduğu bir ortamda liyakatin yerini ‘kişisel’ tercihler almıştır. Bugün özerkliğini tamamen yitiren orduda ise ‘siyasi’ tercihler hakimdir.
TSK İç Hizmet Kanununa göre “Silahlı Kuvvetler mensuplarının siyasi parti veya derneklere girmeleri, bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlerine karışmaları yasaktır”. Bu bütün medeni-demokratik-dünyada böyledir.
Dönemin Cumhurbaşkanı’nın 2015’te Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada askerlere “Ülkemizde, bilhassa siyasetçiler ve medya mensupları” arasındaki ‘ciddi seviye sorunundan’ dert yanmasından beri ‘askerin’ siyasetin içine çekilme süreci hızlanmış, sonunda üniformalı generallerin iktidar partisi seçim toplantılarında boy göstermeleri bile kanıksanır hale gelmiştir.
Genelkurmay Başkanı’nın, 2018’de “Erdoğan’ın bilgisi dahilinde ama onun talebi üzerine değil de tamamen [Gül’le olan] şahsi hukukuna binaen” yaptığı—ve ‘adaylık’ sürecini konuştuğu—ziyaretin akıl ve izanla açıklaması yoktur. Bir askerin, hele bir genelkurmay başkanının böyle bir şeyi yapabilmiş olması Türk siyasi ve askeri tarihinde bir leke olarak kalacaktır.
Daha dün ‘Yeni Deniz Sistemlerinin’ Türk Deniz Kuvvetleri’ne teslim töreninde, yüzlerce denizcinin ve komuta heyetinin önünde Cumhurbaşkanı’na devasa Ayasofya (!) tablosu hediye edildi—deniz sistemleri töreninde…
Ordunun—ve ülkenin—selameti için, öncelikle kurumun siyasetten tümüyle arındırılması ve kurumsal, profesyonel özerkliğinin sağlanması, bu maksatla sivil-asker ilişkilerinin çağdaş, demokratik bir zemine oturtulması şarttır, ama tek başına yeterli değildir..
Ağaç yaşken eğilir. Liseyi ‘sivilde’ okumuş gençlerin—siyasi, ideolojik sorunlar saklı kalsa da—subay olarak yetiştirilebilmeleri imkansız değilse de çok zordur. Askeri liseler tekrar açılmalıdır.
İşler sarpa sardığında, herkes yanında bir ‘kaplan’ olsun ister. Ama kaplanların sırtına binemezsiniz, zaman zaman dişlerini gösterirler, tırnakları da acıtır. Buna rağmen—özellikle de bu yüzden—Ordu’da ‘savaşçı’ ruh teşvik edilmeli, tekdir ve eleştiri değil ‘takdir’ görmelidir.
Türk ordusu—ve Türk milleti—tarihe sırtını dönmüş ve bedelini çok ağır ödemiştir, ödemektedir. Tarihe ilgisizlik günü yaşamak, dünden kopmak ve geleceği yok saymak sonucunu vermektedir. Orduda gerek genel tarih ve gerekse askeri tarih öğretimi artık ihmal edilmemelidir.
Atatürk çağdaş, modern bir devlet, aydın ve ahlaklı bir toplum, hakça bir düzen, özgür ve bağımsız bir Türkiye öngörmüştü. Ordu Cumhuriyet’in temel değerlerini içselleştirmelidir.
Türk ordusu kadar sevilen ama o kadar da halkından kopuk bir ordu dünyada yoktur. Türk insanının askerlik algısı ‘askerlik hikayelerinden’ oluşur, onlarla sınırlıdır. Bu değişmelidir.
Türk ordusu üniversiteler, sivil toplum, özellikle basınla sağlıklı ve anlamlı bir ilişki kurmalıdır.
Türk ordusu başta NATO olmak üzere dünya ordularıyla ortak konsept ve doktrin geliştirmelidir.
‘Tarih öncesinden’ kalma mevcut yapı yerine, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarını entegre eden, müşterek komutanlıklara dayalı bir yapılanmaya gidilmelidir.
VE Türk Ordusu, kurum olarak varlığının özü olan en yüce değerleri temsil eden ‘Askerlik Yemininin’ anlamını askere öğretmek, o yemini ‘boş bir ritüel’ olmaktan çıkartmak zorundadır.
Ordu tekrar ‘devlet içinde devlet’ konumuna elbette dönmemelidir, dönemez. Türk ordusunun kurumsal, profesyonel özerkliğiyle ‘mutlak’ siyasi kontrolunun sağlanması ve dengelenmesi için Meclis’in belli fonksiyonlar ve yetkiler üstlenmesi mutlaka gereklidir.
Bu yazı dizisini burada sonlandırıyorum. Genel olarak silah arkadaşlarımdan ve ordunun içinde bulunduğu durumdan kaygılanan bir çok kişiden olumlu tepkiler, katkılar aldım. Yine de “Bütün bunları bugün orduya emir-komuta edenler bilmiyor mu?” diye düşünenler olabilir. Mutlaka biliyorlardır.
AMA, doğru olanı bilmek—ve yapmakla, sonuçlarını bile bile ‘isteneni’ yapmak arasında temel bir fark vardır.
Askerler bayrak ve silah üzerine el basarak “…milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet” için yemin ederler.
‘Doğruluk’ doğru bildiğini söylemek, yapmak, ‘yanlışa’ karşı çıkmak, direnmek demektir.
‘Muhabbet’ sevmek, vatan ve ulus sevgisidir.
Yemin “… Namusum üzerine andiçerim” diye biter…
TSK İç Hizmet Kanunu, Madde 37.