Haldun Solmaztürk
Türk Ordusu – I ‘Milletinin emrinde’ zaferlere yürüyor..
Asırlardır bu ordu Türk yurdunu koruyor,
Milletinin emrinde zaferlere yürüyor.
Her varlığın içinde, her sevginin üstünde,
Vatan için yaşıyor, vatan için ölüyor… (Ordu Marşı, 1960)
Bugün Kıbrıs Barış Harekatı’nın 46’ncı yılı. Neredeyse yarım asır oldu..
Ordular görevlerini, savaşa hazırlanarak, savaşa hazır olduklarını tatbikatlarla göstererek, varlıklarıyla caydırarak ve nihayet savaşarak yaparlar.
Türk ordusu 1963’ten başlayarak Kıbrıs’ta savaşa hazırlanmış, 1974’te kapsamlı bir müşterek harekatla Ada’ya çıkmış, savaşmış, 497 şehit vermiş ve orada kalmıştır. Kolordu seviyesinde güçlü bir askeri varlık hâlâ sürdürülmektedir. AMA Kıbrıs sorunu siyasi anlamda çözümsüz kalmıştır.
Ordu Marşının sözlerini eski genelkurmay başkanlarından Org. Cemal Tural (1905-1981) 1960’ta yazmış. O zamanlar korgeneral rütbesinde ve 2nci Ordu Komutanı..
Tural iyi—ve sert—bir asker olarak tanınır.. Sertlik-yumuşaklık gibi kavramlar—özellikle askerlikte—görecelidir, ama 1925 Harbiye mezunu Tural’ın vatansever ve disiplinli bir asker olduğuna şüphe yoktur. 1969’da Başbakan Demirel tarafından görevden alınmış ve emekli edilmiştir. ‘Cemal Tural’ olayının siyasi tarihimizde, sivil-asker ilişkilerinde önemli yeri vardır.
Tural gibi bir askerin, 27 Mayıs hemen sonrasında ‘milletinin emrinde’ vurgusu dikkat çekicidir. Aynı vurgu, 1920’lerden gelen Harbiye Marşı’ndaki ‘Kartal yuvalarında [bile] hürdür millet seninle’ mısrasında da vardır. Onuncu Yıl Marşı’ndaki ‘Türküz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri’ beytindeki ‘milli’ vurgu gibi..
Askeri operasyonların ‘milliliği’ kavramı, 20 Temmuz 2016 günü—onun da yıl dönümü—üç aylığına (!) ilan edilen ama iki yıl sürdürülen ‘OHAL’ dönemindeki karar ve uygulamalar sonrası tartışılır hale geldi. Türk ordusu—açıkça Anayasa’ya aykırı—OHAL kararlarıyla eğitim ve öğretim sisteminden terfi, tayin ve atamalara, teşkilatından sağlık sistemine, askeri yargıdan emir-komuta sistemine kadar alt-üst edilirken, çok sayıda ucu açık askeri harekata sürüldü, deniz aşırı ülkelerde askeri üsler kurdu, hatta Suriye ve Libya’daki iç savaşlarda taraf oldu.
Askeri güç, ancak ulusal çıkarların—güvenlik, refah, prestij—korunması ve geliştirilmesi için kullanılırsa ‘milletinin’ emrindedir. Bunu sağlayacak olan da Milli Güvenlik Siyasetidir. Geçmişte—mükemmel olmaktan uzak olsa da—kurumları, kuralları ve kültürüyle ‘var olan’ sistemin ortadan kaldırıldığı ama yerine bir başka sistemin konul(a)madığı bir siyasi karar alma ortamı ve ikliminde, askeri güç kullanımının ‘millilik’ vasfı doğal olarak sorgulanmaktadır.
Milli güvenlikle ilgili tüm aktörler Cumhurbaşkanı’nın kişisel, mutlak ve tekil iradesine tabidirler. Altı siyasetçi ve dört askerden oluşan Milli Güvenlik Kurulu anayasal işlevlerini fiilen yitirmiştir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesinin mevzuatta adı bile kalmamıştır. MGK Genel Sekreterliği artık sadece gündemi dağıtmak, toplantı yerini hazırlamak gibi ‘kırtasiye’ işlerinden sorumludur.
Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulunun etkinlik ve yetkinliği, kurumlararası koordinasyonun hangi mevzuata göre, nasıl yapıldığı belirsizdir. Cumhurbaşkanı’nın genel başkanı olduğu parti ile Cumhurbaşkanlığı, her alanda olduğu gibi, milli güvenlikle ilgili konularda da kurumsal (!) olarak içiçe geçmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi—özellikle Milli Savunma ve Dışişleri komisyonları—milli güvenlik siyasetiyle ilgili konularda sadece yetersiz değil, aynı zamanda da isteksizdir. Kararlar, iç siyaset, seçim, seçmen ve özel kaygılarla alınmakta, ‘milli’ uzlaşma aranmaksızın, sadece sayısal çoğunlukla “İsteseler de istemeseler de” açıkça dayatılmaktadır.
Askerlerin ‘azınlıkta’ kaldığı Yüksek Askeri Şura’da ‘liyakate’ esas ‘bekleme süresi’ ve ‘sicil’ yerine, bir siyasi parti genel başkanının tercihlerinin geçmesiyle Genelkurmay Başkanlığı da profesyonel otonomisini, milli güvenlik siyaseti belirleme süreçlerindeki etkin rolünü yitirmiştir.
Milli güvenlik—ve savunma—siyaseti ve askeri stratejiyle ilgili temel ‘milli’ kararları şekillendirecek, kurumları, kuralları ve ‘milli’ devlet kültürüyle çalışacak, çoğulcu, katılımcı, denetime açık, çağdaş ve demokratik, etkin bir ‘milli’ güvenlik sistemi kurulmalıdır. Meclisin böyle bir sistemde mutlaka BELİRLEYİCİ ve son sözü söyleyici rolü olmak zorundadır.
Türk ordusu ancak o zaman ‘milletinin emrinde’ zaferlere yürümeye devam edebilir.
Yoksa, yarım asırdır çözümlenemeyen Kıbrıs sorununa—daha şimdiden görüldüğü gibi—birçok yeni siyasi, ekonomik, diplomatik sorunun ve ucu açık askeri maceranın eklenmesi mukadderdir.
Devam edecek..