Haldun Solmaztürk
“TOGG’u gördünüz değil mi? Beğendiniz mi.?”
Joseph de Maistre (1753-1821) aydınlanmayı ve Fransız İhtilalini yaşadı ama aydınlanma karşıtıydı; ‘akıl ve bilim’ karşısında inanç ve dogmayı savunmuştu.
Ona göre insanlar kendi yarattıklarına (!) değil, ancak ne yaratabileceği ne de yok edebileceği ‘kutsal’ bir hükümdara—ve onun yönetimine—saygı duyarlar, sadece sorgulanamaz egemenliğe teslim olurlardı. Milletler aklın ‘yıkıcı zehriyle’ değil sadakat ve teslimiyetle yükselirlerdi.
Hiç yabancı gelmiyor, değil mi?
İki gün önce Kocaeli’de—yine Cumhurbaşkanlığı forsu önünde—seçim konuşması yapıyordu.
Malum ezberlediği birkaç hikaye var; biri de IMF üzerine…
IMF borcunu 2013’te sıfırlamış -- öbür sıfırlamayla (!) karıştırmayın, o “Dublaj, montaj” idi -- şimdi Merkez Bankasının rezervi 100 milyar doların üstündeymiş. Gerçekte Merkez Bankası’nın takasla ödünç aldığı döviz ve altın düşüldüğünde net rezervi ‘eksi’ - 47,1 milyar dolar.
Ama o “Hiç endişe etmeyin” diyor; etmiyorlar zaten—alkışlıyorlar…
Kocaeli’ye kazandırdıklarını [a.b.] anlatıyor; ihtiyaç sahibi vatandaşlara 4 milyar dolar dağıtmış. Sonra “TOGG’u gördünüz değil mi? Beğendiniz mi?” diye soruyor—o ihtiyaç (!) sahiplerine.
Beğenmişler—onu da alkışlıyorlar…
TOGG’un ‘etiket’ fiyatı 1 milyon lira, açlık sınırının da altındaki asgari ücretle çalışan bir emekçinin—bugünkü başlangıç (!) fiyatından—TOGG alabilmek için 10 yıl hiçbir şey yemeden, içmeden o parayı biriktirmesi gerekiyor. Elbette on yıl sonra o fiyat da orada olmayacak.
TOGG’u beğense ne olur beğenmese ne olur…?
Ama kazın ayağı öyle değil; kameralara gülerek el sallayan birileri var—alkışlıyorlar…
O da, “Gümbür gümbür gidiyoruz, daha neler yapacağız” diyor—memnun, mütebessim.
Ekranlarda dönen seçim reklamında ‘Haydi bir daha, bir daha, bir daha’ diyorlar ya; vazgeçmeyeceklermiş…
Asıl şimdi vazgeçmemek, sıkı sıkıya sarılmak lazımmış—sadakat ve teslimiyet içinde…!
Beş yıl önce bugünlerde—24 Haziran seçimlerine giderken—İmar Barışı (!) reklamları vardı.
Mimarları Mehmet Özhaseki ve Binali Yıldırım’dı—biri başbakan öbürü bakan…
Başbakana göre “Vatandaşla devlet kavgalı olmaktan çıkmış, bu işi böylece kapatmışlardı”.
İmar affı Mayıs 2018’de Meclisten geçti, uygulama şerefi yeni bakan Murat Kurum’a nasip oldu.
Devir-teslimde Özhaseki, "Başı dik, alnı açık ayrılıyorum. Allah'a şükürler olsun” diyordu. Kurum da, "Milletimize layık olmaya çalışacağız. Allah utandırmasın, yardımcımız olsun" dedi.
Barış (!) 31 Aralık 2017’den önce yapılmış, imara aykırı yapıldığından mühürlenmiş, Hazine taşınmazı üzerine ya da sit alanlarına, deniz kıyılarına yapılmış tüm binaları kapsıyordu. Fazladan kat ya da daire yapan kooperatifler, tapusu olmayan gecekondular da faydalanacak, alınmış yıkım kararları ve idari para cezaları iptal edilecekti—öyle de oldu.
İmar affından toplam 7 milyon 86 bin bağımsız bölüm yararlandı; ‘belli bir bedelle’ 3 milyon 110 bin Yapı Kayıt Belgesi verildi.
‘6 Şubat’ depreminde yıkılan iller var ya, beş yıl önce o on bir ilde 301 bin 22 ‘yapı kayıt belgesi’ alınmıştı; beş yıl sonra bugün o illerde depremde yıkılan ya da ağır hasarlı olduğu için acil yıkılacak bina sayısı ise 227 bin 27…
Anlıyorsunuz, görüyorsunuz değil mi?
İnsanlar, ‘kutsal’ hükümdara sadece sadakatle teslim olmadılar, küçük hesaplar ve süfli çıkarlar uğruna akla ve bilime—ve başka birçok şeye—sırt çevirerek, suçlarına da ortak oldular.
İmar işini “Böylece kapatmış olan” başbakan önce Meclis Başkanı, sonra AKP Genel Başkan Vekili yapıldı; sonunda Türk Devletleri Aksakalı bile oldu.
"Başı dik, alnı açık” ayrılan Özhaseki AKP Genel Başkan yardımcısı oldu.
"Milletimize layık olmaya çalışan” Kurum’u da Allah utandırmadı.! Beş yıl bakanlık yaptı, şimdi de İstanbul 1. Bölge 1. sıradan aday—gururla.!
Hepsini beğendik, alkışladık, alkışlıyoruz…!
‘Her millet layık olduğu şekilde yönetilir’ lafı da Joseph de Maistre’nindir.
Ölümünden 200 yıl sonra, onun ‘insanın’ yaradılışından gelen zafiyetlerine ilişkin gözlemlerinin doğru ama ulaştığı sonuçların yanlış olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz.
Bir millet layık olduğu şekilde değil, nasıl yönetilmek isteniyorsa öyle yönetilir. Çünkü insanlar—Nazım Hikmet’in metaforik tarifiyle—ne akrep, ne serçe, ne koyun ne de balıktır.
Ne ‘Sürüye katılıp, âdeta mağrur’ salhaneye (mezbaha) koşmak ne de ‘Derya içre olup deryayı bilmemek’ uygar insanın kaderi değildir.
Yok ‘Bir değil, beş değil, milyonlar’ böyleyse ya da böyle kalmayı hala kader biliyorlarsa,
“Kabahat senin -- demeğe de dilim varmıyor ama -- kabahatın çoğu senin, canım kardeşim.!”
17 Nisan 2023, Gazete Pencere