İbrahim Turhan
Şu iktisat olmasa ekonomiyi ne güzel idare ederdik…
“Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim!”… 1910’dan 1912’ye kadar Maarif Nazırlığı (Milli Eğitim Bakanlığı) yapmış Emrullah Efendi’nin bu sözü bir dost meclisinde latife olarak (veya bir başka yoruma göre eğitim sistemindeki karmaşayı eleştirmek için iğneleme maksadıyla) dile getirdiği rivayet olunur. Zamanla söyleyenin eğitim bakanı olması dolayısıyla kastını aşarak -özellikle eğitim sektöründeki- yöneticilerin beceriksizliğini ve bilgisizliğini vurgulamak için kullanılır hale gelmiştir. Son dönemde ekonomi yönetiminin aldığı kararlar, bu galat-ı meşhuru çağrıştırır nitelikte.
İnsanla, toplumla ilgili alanlarda değişmeyen kesin yasalara bağlı önermeler kurmak doğa bilimlerinde olduğu kadar kolay değil. Ekonomide her zaman ve her yerde geçerli kurallar olmuyor; kuramlar, modeller belli varsayımlarla oluşturuluyor. Bunlar böyle olmakla birlikte Aristoteles’ten İbn Haldun’a, David Ricardo’dan Karl Marks’a, Friedman’dan Stiglitz’e farklı okullardan, farklı görüşlerden isimlerin üzerinde ittifak ettikleri evrensel iktisat yasalarının varlığını inkâr etmek mümkün değil. Ayrıca tecrübelere ve gözlemlere dayanan ampirik bulgularla kanıtlanmış ilişkiler de var. Ekonomi bu yönüyle sosyal bilimler içinde hesaba, matematiğe en uygun olanıdır.
İşin bilimsel kısmını bir tarafa bıraksanız bile geçmişte uygulanan politikaların verdiği sonuçlar bugüne belli oranda ışık tutmalı. “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” diyen Mehmet Akif’e kulak vermek ekonomi politikası uygularken de iyi bir yöntem. Aynı şartlar altında aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar bekleyenlerle ilgili (yine galat-ı meşhur olarak) Einstein’a atfedilen sözdeki duruma düşmekten sakınmak gerekir.
Türkiye geçmişte dış ticarette ithal ikamesini, devlet korumacılığını denedi. Devletin her şeyi kontrol ettiği, fiyatları belirlediği, hangi maldan ne kadar ve kimler tarafından üretileceğine karar verdiği dönemleri yaşadık. Kalkınma modeli olarak merkezî planlama ve devlet kapitalizminin çok değişik türlerini, farklı yoğunluklarda gördük. Mayıs 1981’e kadar turistik harcamalar, sermaye transferleri, sanayi ürünleri ithalatı, ihracat gelirlerini bozdurulması, işçi dövizleri için farklı farklı kurların söz konusu olduğu katlı kur sistemi uygulandı, döviz tahsisi devlet eliyle yapıldı. Turistik seyahat amacıyla yurt dışına en fazla iki yılda bir çıkılabildiği, bunun için en fazla 500 dolar döviz tahsisine izin verildiği, sıradan bazı tüketim mallarının bile bulunamadığı günlerdi.
Turgut Özal 1983’te bu sorunları bir anda çözüverdi. Elindeki sihirli değneğin adı “serbest piyasa-dışa açıklık” idi. Muz ithali serbest bırakılırsa ülkede dövizin biteceğinden, ülkenin batacağından korkanlara sakin bir ifadeyle verdiği cevabı, iktisat bilmeyen bir lise öğrencisi olarak ben bile anlamıştım; “fiyatı serbestçe piyasada belirlenen hiçbir şeyin kıtlığı yaşanmaz”. Şimdi dövizin, kredinin, sermayenin kıtlığı yaşanıyorsa aslında çözüm bu kadar basit işte. Fiyatlarını serbest bırakmak, devlet tahsisine son vermek. Üstelik bu yöntemin siyaseti kirlenmekten korumak gibi faydalı yan etkileri de var.
Peki, o zaman ekonomi yönetimindeki bu ısrarın nedeni ne? Bir gün aktif rasyosu ile bankaların aslında mülkiyeti tasarruf sahiplerine ait olan ellerindeki fonları nereye yatıracağına, nasıl değerlendireceğine karar verip kısa bir süre sonra, “böyle olmadı” deyip formüllerle oynayacak kadar müdahalecilik niye? Yurt dışı ile yapılan işlemleri her gün başka bir kısıtlama ile önlemeye çalışmanın, döviz işlemlerindeki vergi oranlarını bir bayram sabahı alelacele beş katına çıkarmanın, gümrük denetimlerini de ithalatı kontrol altına almanın bir aracı haline getirmenin, bir taraftan Çin ile yerli para kullanarak ticaret yapma arayışlarında swap anlaşması kovalarken diğer taraftan ithalata astronomik gümrük vergileri ve tarife dışı engeller koymanın anlamı ne olabilir?
Açıkça görünüyor ki ekonomi yönetimi serbest piyasa ilkeleriyle dışa açık biçimde işleyen bir ekonomi görmek istemiyor. Dünyaya açık serbest piyasa iktisat biliminin kuramlarının geçerli olduğu bilimsel modellerin en iyi işlediği sistemdir. Genel kabul görmüş uluslararası standartların ve normların benimsenmesini zorunlu kılar. Ancak doğru kararlarla hareket etmenize izin verir, yoldan çıkmaya teşebbüs ederseniz piyasa cezanızı anında keser. Bu oyunun kuralları nesnel ve genel, oyunun ortasında kural değişikliği yapılmadığı gibi kişiye özel uygulama da olmaz. Serbest piyasayı şeffaf ortamlarda ve gerektiğinde hesap vererek işletebilirsiniz. Bunları istemiyorsanız, daha da vahimi bunları kendinize ayak bağı gibi gören bir zihin dünyanız varsa o zaman ekonomiyi dışa kapayarak, serbest piyasadan uzaklaşıp her kararı merkezî kontrole alarak politika belirlemeyi yeğlersiniz. Bir başka deyişle sizin yönetim kapasiteniz, bilginiz, yeteneğiniz dışa açık bir serbest piyasa ekonomisini yönetmeye yetmiyorsa ekonomiyi kendi ölçeğinize indirmeyi, yönetebilir olmak için küçültmeyi çözüm görürsünüz.
Böyle bir politika tercihi dünyanın sonu değil tabii. Dünyada benzer yöntemi benimseyen, adını anmak istemediğim ülkeler var. Üstelik bu geçişi adım adım, alıştıra alıştıra yaparsanız hazmedilmesi kolay olabilir. Unutmamak gerekir ki her şeyin bir bedeli olur. Türkiye’nin sanayi ve üretim örgütlenmesi, dış ticaret ilişkileri ve müşteri ağı, işletmelerin iş modeli son kırk yılda tamamen dışa açık serbest piyasa düzenine göre kurulmuştur. Kişi başına milli geliri her şeye rağmen 8 bin doların, ihracatı 150 milyar doların üzerinde tutacak olan yapı budur. Açık ekonomiyi yönetemeyenler, basiretsizlikleri ve siyasal hırsları uğruna keyiflerince bu yapıyla oynarsa maliyeti büyük olur. Sonunda “ekonomiyi iyi yönetiyorduk da tek şu iktisat bilimi olmasaydı” sözüyle tarihe geçmek istemiyorlarsa, ekonomi yönetimi için son çıkışa gelmiş durumdayız.