Haldun Solmaztürk
Siyasi liderlik & Duygusal zekâ
Zekâ, nesneler arasındaki ilişkiyi kavrayabilme, düşünme, muhakeme etme ve bu zihinsel işlevleri uyumlu şekilde bir amaca yönelik olarak kullanabilme yetenekleridir. Zekâ gelişiminde en üst düzeye 14-18 yaşlar arasında ulaşılır. Sonraki yaşlarda deneyimden dolayı edinilen bilgiyi kullanmadaki beceri artar.
Duygusal zekâ, kişinin kendisini ve başkalarını harekete yönelten—motive eden—duyguları anlaması ve o duyguları yönetebilme, ortama uygun şekilde dönüştürme yeteneğidir. Duygusal zekâ özellikle siyasi liderlikte kritik önemdedir ve psikolojik farkındalıkla doğrudan ilişkilidir. Psikolojik farkındalık, düşünceler, duygular ve eylemler arasındaki ilişkiyi görmeyi sağlar.
Türk siyaset kurumu ve siyasi liderlik bir türlü bu alandaki ciddi zafiyetin üstesinden gelemiyor.!
Bundan yirmi iki yıl önce, 19 Şubat 2001 günü, Başbakan Ecevit ve hükümet üyeleri Çankaya Köşkü’ndeki Milli Güvenlik Kurulu toplantısını terk ederler. Sebebi bir saat sonra anlaşılacaktır. Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz’la basının önüne çıkıp “Cumhurbaşkanı terbiye dışı üslupla bana ağır ithamlarda, devlet geleneğimizde yeri olmayan davranışta bulundu. Ciddi bir krizdir bu.!” der.
Borsa bir günde yüzde 14 değer kaybeder, gecelik faiz yüzde 800’e dayanır, Lira tepetaklak gider. Sezer, Ecevit—ve etraflarındakiler—nihayet uyanıp durumu toparlamaya çalışırlar ama çok geçtir. Bizi 2002 seçimleri ve bugünlere getiren uğursuz süreç başlamıştır.
Aynı akıl dışı süreçleri yaşıyoruz—siyasi liderler ve özellikle de etraflarındaki siyasi kadroların duygusal zekâ açığı nedeniyle…!
Bugün patlayan kriz daha Temmuz’da—sekiz ay önce—CHP genel başkan yardımcılarından birinin üstüne hiç de vazife olmayan “Cumhurbaşkanı adayımız Kemal Kılıçdaroğlu” açıklamasıyla başlamıştı. Kılıçdaroğlu “Millet İttifakı olarak birlikte karar verilmeden, şu veya bu kişinin aday olacağını açıklaması yanlış oldu” dedi; o kadar.!
Temmuz’da krizin fitilini ateşleyen aynı kişi Eylül ortalarında, liderlik boşluğunda, duygusal zekasını—ve siyasi sorumluluk (!) duygusunu—bir kez daha gösterdi ve “Kılıçdaroğlu dışında aday çıkarsa [altılı] masa dağılır” deyiverdi. O da yetmedi, “Geçiş dönemini atlatana kadar hem cumhurbaşkanı hem de genel başkan olarak kalması gerekiyor” diyerek yüreklere kurt düşürdü. (Şimdi sorsanız, herhalde ‘Biz siyaset yapıyoruz. Olur böyle şeyler’ diyecektir.)
Kriz oradan tırmanmaya başlamıştı—Meral Akşener “Altılı masanın noter olma görevi yok.!” dediğinde…
Ama anlamadılar, krizi yönetmek yerine yok saydılar “Aramızda en küçük bir sorun yoktur.!” diyerek mezarlıkta ıslık çalmaya devam ettiler.
Halbuki Akşener “Masaya bu görevi verip, kendini bağlayan Sayın Kılıçdaroğlu-dur” derken ‘kendi kendilerine gelin-güvey oluyorlar’ demek istiyordu. Ama uyarısı çok açıktı: “O masada CHP ‘tamam ben kalkıyorum’ diyebilir; buna da saygı duyulur, ama ben böyle bir şey olacağını zannetmiyorum” derken aslında ‘Zorlamayın, kalkarım’ diyordu—son bir uyarıydı.
14 Aralık Saraçhane olayı krizi derinleştirdi—ki İmamoğlu’nun akıl almaz hatasını beş genel başkan da paylaşmıştır—ama hepsi gidişatı görmezden gelmeyi tercih ettiler.!
Kılıçdaroğlu, Akşener’e “Partimizin içişlerine karışmamalı” uyarısını yaparken İmamoğlu’nu Ankara’ya çağırdı ve “Benim evladımdır” dedi. İmamoğlu duygusal zekasıyla açık mesajı aldı, tavrını değiştirdi. Yavaş zaten topa hiç girmemişti ama Akşener de bunu okuyamadı. “Kendi seçtirdiğimiz [a.b.] belediye başkanı için kimden izin alacağız.?” derken öfkeliydi.
Kriz tırmanmaya devam ederken Kılıçdaroğlu hala “Sorumluluk duygusu ve bilinciyle hareket ediyoruz. Meral Hanım’la aramızda en küçük bir sorun yok” diyordu. Adaylık konusunun ‘acelesi’ yokmuş.! Halbuki Akşener’e göre Kemal Bey’in adaylığı ‘farzı mahal’ bir durumdu.
Kılıçdaroğlu en son 28 Şubat’taki grup toplantısında, nihayet; “Millet İttifakı olarak bu sorunları çözeceğiz” deyip ‘ortak mutabakat metnine’ de gönderme yaptı ama artık çok geçti.
Netice itibariyle defalarca bir araya gelen altı lider—ve etrafındakiler—ne birbirlerini ne birbirlerinin duygularını, tutum, davranış ve söylemlerinin ne anlama geldiğini bir türlü anlayamadılar. Kılıçdaroğlu ve Akşener, 27 Aralık’ta ve son olarak—dosya krizi (!) sonrası—27 Şubat’taki kahvaltıda baş başa, ikili görüşmelerine rağmen yine de birbirlerini anlayamadılar.
Anlasalardı bugün burada olunmazdı.!
Yaşanan, aynen yirmi bir yıl önce olduğu gibi, ‘14-18 yaşlarını’ geride bırakalı çok olmuş insanların duygusal zekâ ve psikolojik farkındalık zafiyetleri nedeniyle ne kadar basiretsizce hareket edebileceklerini bir kez daha göstermiştir. Bunda her bir liderin payı ve vebali vardır.
Kronik hale gelmiş bu durumun giderilmesi siyasi kadroların değiştirilmesiyle mümkündür ki bu da ancak siyasete seyirci halkın artık katılımın yollarını araması ve inisiyatif almasıyla olabilir.
Artık olan olmuştur. Şimdi yapılması gereken, Türk siyasetinin gerçeklerinden kopmadan, samimi bir BİZ anlayışıyla, bugüne kadar başarılanlara sahip çıkılması ve artık Türk halkına güven verilmesidir. İYİ Partiyi ve tabanını rencide edecek söylemden dikkatle kaçınılmalıdır.