Nesrin Nas
Ses sesi bulmasın istiyorlar
Bitmek bilmeyen bir kabusta yaşıyor gibiyiz. Bir yandan pandemi can almaya, diğer yandan ne pahasına olursa olsun tek amacı iktidarda kalmak olan AKP-MHP koalisyonu elindeki kötülük torbasından çıkardığı tüm tohumları toplumun üzerine serpmeye devam ediyor.
Ülkede sorunların dağ gibi büyüdüğü ve devasa bir çığ gibi toplumun üzerine geldiği bu günlerde, onurlu ve huzurlu bir ortak yaşamın kurulması için yeniden “biz” olalım çağrısını yapan insanları, eli kanlı mafya liderlerine ‘dava’ arkadaşım diyen bir siyasetçi, en ağır ifadelerle suçluyor, hedef gösteriyor…
“Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” ifadesiyle mevcut Anayasanın 26.maddesiyle güvence altına alınmış bir hakkı kullanan bu ülkenin 805 yurttaşına, söz konusu şahıs ‘Aydın müsveddeleri’, ‘kiralık kalem’,’çürük şahıs’ diyerek aleni bir şekilde hakaret etmekle kalmıyor, yaptıkları ortak açıklama metnine de ‘zillet bildirisi’ diyerek bu insanların can güvenliğini tehlikeye atıyor.
Bununla da yetinmiyor. 6 milyon oy almış bir partinin kapısına kilit vurulmasını istiyor. Bu da yetmemiş olacak ki, yardımcısı el yükselterek, HDP’lileri “kesinlikle itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsüdür…” diyerek uluslararası hukukta insanlığa karşı suç olarak değerlendiren bir açıklamayla alenen tehdit ediyor.
Bu açıklamaları yapanlar, siyasetçi olmanın ötesinde akademik ünvan taşıyan kişilerdir. Ama belli ki, ne 1993 yılındaki Ruanda soykırım çağrılarının nasıl başladığını, ne de bu soykırımın Hutilerin propaganda radyosundan yayılan, Tutsilerin yok edilmesi gereken haşereler çağrısıyla başladığını biliyorlar.
Çürük olarak niteledikleri insanların “ses sesi bulur” diyerek imzaladıkları metinde laf dolandırma yok, ima yok. Bu insanlar açık ve aleni bir şekilde “İnsanca onurlu yaşamın ön şartı her bireyin aş, iş, asgarî gelir sahibi olmasıdır. İnsanların sağlık, barınma, eğitim hakları devlet tarafından güvence altına alınır ve maliyeti bütçede gerekli düzenlemelerle iktidarlarca karşılanır. Ayrımsız bütün etnik kimliklere, bütün din, mezhep ve inançlara /inançsızlara, dillere ve kültürlere her alanda eşit hak ve koruma sağlamak devletin görevidir. Bu ülkede yaşayanlar kimliklerinden, düşüncelerinden, farklı aidiyetlerinden, farklı yaşam biçimlerinden bağımsız olarak yasalar karşısında ve toplumsal alanda eşittirler. Özgürlük ve eşitlik ortak yaşamın tesisinin ve toplumun yeniden “biz” olmasının önkoşuludur.” diyorlar.
Bu bildiriye imza koyan herkes, 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde, mevcut anayasanın koruyucu kanatları altında ve Türkiye’nin de altında imzası bulunan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde kabul edilen bir ilkeye dikkat çekiyorlar.
Bahçeligillerin itirazları “Başta yaşam ve özgürlük olmak üzere sağlık, eğitim, yiyecek, barınma ve toplumsal hizmetler , güvenlik ve esenliğe uygun bir yaşam düzeyine kavuşmak tüm insanların hakkıdır” diyen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin esasınadır aslında.
Çünkü her gün bize bu ülkede öznenin artık halk olmadığını üzerine basa basa söylüyorlar.
Nüfusun yüzde 50’sinin yoksulluk içinde olduğunu, ülkenin gençlerinin üçte ikisini daha iyi bir gelecek umudundan mahrum ederek sadece yol parası ve karın tokluğuna çalışmaya razı hale getirdiklerini, avucunda “aş, iş” yazarak intihar eden insanların varlığını inkar edenler ve bundan utanmayanlar, TBMM’de “millet aç, kuru ekmeğe talim ediyor” sözlerine “kuru ekmek buluyorsa aç değildir” cevabı verecek kadar kibir içindedirler. Onlar için “daha iyi bir hayat mümkün” demek dahi iktidarlarına yönelik ölümcül bir tehdittir.
İktidarda kalmaları ancak kitlelerin yaşamaya değil, sadece hayatta kalmaya razı olmasına bağlı çünkü…Bu nedenle iktidar, kendi bloku içinde yer almayan herkese siyaseti, söz söylemeyi yasaklıyor. Ortaklar bunu çoğu kez ferman hükmündeki nutuklarıyla yapıyorlar. Gençlerin, işçilerin, kadınların, köylülerin hayatta kalmayı aşan bir beklentisinin olmaması için toplumu bazen doğrudan tehdit ederek bazen de hakaret davalarıyla sessizleştiriyorlar.
Siyasi aktörleri, sivil toplumu kriminalize etmek siyasetsizleştirmenin en önemli adımıdır. Bunu yaparken de, devletin bekası ve muhalefetin milli güvenlik tehditi olduğu gerekçesini kullanıyorlar. Ana muhalefet partisini dahi milli güvenlik için bir tehdit olarak ilan ederek, siyasetin dışına atmaya çalışan bir zihniyetin HDP için itlaf talep etmesi, 805 imzacıya da zillet demesi hiç de sürpriz değil.
Kaldı ki, çok uzun bir süreden beri bu rejim hukukun yerine keyfiliği, kapsayıcı kurumsal demokrasinin yerine dışlayıcı tekciliği koyuyor. Her türlü eleştiriyi ve itirazı düşmanlık sayarak kurduğu opak ve hesap vermeyen sistem ile kamunun kaynaklarını kendi dar çevresine sadakat esasına göre dağıtıyor.
Sonuç ortada. MetroPOLL’ün Kasım 2020 Türkiye’nin Nabzı’nda yer alan verilere göre, nüfusun yarısı gelirini kaybetmesi halinde mevcut birikimleriyle geçimini sağlayamayacak durumda. Yani yoksul.
Bu yoksulluk hem ABD’den gelen CAATSA yaptırımları hem de öncü yaptırımları zaten hayata geçiren ama heybedeki daha büyüklerini Mart 2021’e erteleyen AB yaptırımları ile daha da artacaktır.
Yaptırımların küçüğü büyüğü olmaz. Bir ülkenin yaptırımlara konu olması dalga dalga tüm ekonomisini vurur. Böyle bir ülkeye ne doğrudan yatırım gelir ne de bu ülkeyle kimse ticaret bağlantısı yapar. Kaldı ki yerli sermayenizi de kaçırırsınız. Wealth Fund’a göre 2016’dan 2019’a kadar 1 milyon doların üzerinde 17.100 hesap yurt dışına çıkarılmış. Nitekim son 5 senedir yaptırım konuşuyoruz. Ve son 5 yılda milli gelirimiz 1 trilyon dolardan 750 milyar dolara gerilemiş…
Çare belli…
805 imzalı bildiride söylendiği gibi halkın özne olduğu, birimizin sesinin ötekini bulacağı barışçı, çoğulcu, özgür, eşit ve adil demokrasi zemininin yeniden inşası ve bunun için tüm muhalefetin el ele vermesi.