İbrahim Turhan
Sefaletin Ekonomi Politiğinin Eleştirisine Katkı
Bütün yurttaşların yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme haklarına sahip olmalarını mümkün kılacak bir ekonomik program, özgürlükçü demokrasinin sürdürülebilir kılınması için vazgeçilmez görülmelidir. Bu bağlamda devletin ekonomiye müdahale etmesini kategorik olarak reddetmek de en az “yerli-millici” anlayış kadar çağdışıdır. Önemli olan bu müdahalenin kurallı, öngörülebilir ve kurala bağlı olmasıdır.
İktidarın genel bir eğilimi var; her şeyin kendi tercihlerine göre şekillenmesini istiyorlar. Kamu alanını yasalarla ve ellerindeki kolluk gücüyle keyiflerince şekillendiriyorlar. Bireylerin kendi tercihlerine bırakılması gereken özel yaşam da müdahaleden masun değil. İnsanların yediğine, sulu-kuru (!) içtiğine, giyimine, eğlencesine karışmakta hiçbir sakınca görmüyorlar. Hatta buna hakları olduğu kanısındalar sanki. Oysa yaşamın bütün alanlarının iktidarın önemli bulduğu değer yargılarına göre şekillendirildiği bir ülkenin yönetim biçimi, demokrasi değil olsa olsa totalitarizm olabilir.
Totaliter rejimlerin ortak özelliklerinden biri bürokratik dayatmalarla ekonomiye merkezi yönetim anlayışının egemen kılınmasıdır. Şurası bir gerçek; Türkiye’de devlet her zaman kontrolün kendi elinde olmasını istemiştir. Bununla birlikte yakın geçmişte gücün bu denli merkezileştiği bir dönem yaşanmadığından piyasa ile merkezi bürokrasi arasında belli bir denge korunabilmişti. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte; egemenlik gücünün yasama-yürütme-yargı arasında ayrılması fiilen ortadan kalktığı gibi siyasal gücü tekeline alan bu merkezileşmiş güç; yargı da dâhil olmak üzere bürokrasiyi, sermayeyi, basın-yayını ve sivil toplumu da mutlak hakimiyeti altına aldı. İşte son dönemde giderek artan bir dozda tanık olduğumuz piyasanın işleyişine keyfî müdahaleler, bu “güçler birliği” rejiminin ekonomi üzerindeki yansımasından ibaret.
Ekonomiye Giriş derslerinin başında ekonomik rejimin şu sorulara verilen yanıtlarla şekillendiği öğretilir; “ne üretelim, nasıl üretelim, kimin için üretelim?” Türkiye’nin iyi-kötü 40 yıldan fazladır benimsediği serbest piyasa modeli; bu soruların yanıtlarının -adı üstünde- piyasadaki arz ve talep mekanizmaları tarafından belirlenmesi ilkesine dayalıdır. Hükümet ise bir süredir kimin, neyi, nasıl üreteceğinin ve ortaya çıkan gelirin nasıl paylaşılacağının kendisinin verdiği kararlar doğrultusunda belirlenmesini istediğini açıkça ortaya koyuyor. Konuttan sebze-meyveye kadar her şeyin fiyatının ne olması gerektiği ile ilgili bir kanaatleri var. Faizi zaten Cumhurbaşkanı belirliyor ama aslında açıkça ifade edilmese de Türk lirasının diğer paralar karşısındaki değeri (yani döviz kuru) ile ilgili de bir görüşleri olduğunu biliyoruz. Kredilerin -isterse özel bankaların özel şirketlere verdiği özel tasarruflarla finanse ediliyor olsun- ne amaçla kullanılabileceği konusunda da kesin yargıları var. Özel işletmeler; nakit yönetiminden döviz pozisyonuna, stoklarından kârlılıklarına kadar her alanda devletin müşfik (!) elini üzerlerinde hissediyor. Ekonomi yönetimi tarafından her vesileyle; “Her türlü ticareti yapabilme hürriyeti var, piyasa da sermaye hareketleri de serbest, sermaye kontrolü asla söz konusu değil” diye açıklamalar yapılsa da adım adım serbest piyasa düzeninden ve dışa açık ekonomiden uzaklaşıldığı görülüyor.
Hatırlayalım; 2018’de “Yastık altındaki döviziniz altınınız varsa gelin bozdurun” çağrılarıyla ve sokakta döviz yakma çılgınlığı ile başlayan, 2019 Mart’ında yurt dışındaki Türk lirası piyasasının işlemesini fiilen durduran kararlarla gelişen süreçte iktidar her seferinde el artırmıştı. 2019 ve 2020 yıllarında –piyasada bilinen adlandırmasıyla– Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar döviz rezervinin şeffaf olmayan yöntemlerle satıldığına ilişkin bulgular daha sonra bizzat en yetkili ağızlardan dolaylı da olsa kabul edilmişti hem de rakam yukarı yönlü revize dilerek!… Kasım ayında kamuoyunun ayrıntılarını hâlâ tam olarak öğrenemediği bir biçimde dönemin Hazine ve Maliye Bakanı; “At izi it izine karıştı; Allah sonumuzu hayretsin” deyip kayıplara karışmış, piyasaların umuda kapıldığı dört aylık kısa bir aranın ardından yeniden bir gece yarısı kararıyla Merkez Bankası Başkanı görevden alınıvermişti. Eylül’e kadar görece sakin seyreden ekonomi, işaret fişeğini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “nas ortada” sözleriyle ateşlediği faiz indirimleri yüzünden o günden beri giderek ağırlaşan sorunlarla boğuşuyor.
Hiç İbret Alınsaydım Tekerrür mü Ederdi?
Sermaye hareketlerinin serbest olduğu “serbest kambiyo rejimi” adı verilen dışa açık ekonomik yapılarda hem faizin hem kurların aynı anda kontrol edilmesi mümkün değil. Bunu kanıtlayan ekonomik modeli geliştiren iktisatçılara Nobel Ekonomi Ödülü verilmesinin üzerinden 23 yıl geçti. Haddizatında bu, Türkiye’nin 1994 Krizi’nde acı bir biçimde tecrübe ederek öğrendiği bir gerçekti. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, hem de kariyerden iktisatçı olduğu halde “İmkânsız Üçlü” olarak bilinen bu yasayı test etmeye kalkmış, yüksek bulduğu faizi talimatla indirme hevesine kapılıp Hazine’nin borçlanma ihalelerini iptal etmiş, kamu finansmanı ise Merkez Bankası’na yüklemişti. Sonuçta ABD doları/Türk lirası kuru 11.000’den 44.000’e fırlamış, yüzde 70 faizi beğenmeyen hükümet krizi ancak yüzde 400 faiz sağlayan üç aylık süper hazine bonosuyla ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yapılan kredi anlaşmasıyla durdurabilmişti.
1999 Aralık’ında sabit kur rejimine geçen Türkiye, IMF’nin desteklediği bir program kapsamında olmasına rağmen aynı hataları tekrar yapınca benzer bir akıbete uğramaktan kurtulamamıştı. Yozlaşmış siyasetçi-ahlaksız bürokrat-tamahkâr iş insanı-işbirlikçi basın diye özetlenebilecek talan düzeni yüzünden ekonomi rayından çıkarılmıştı. Kamu maliyesinde disiplinsizlik, piyasa gerçeklerine yüz çevirme, ekonomideki dengesizlikleri görmezden gelme, bankaların içinin boşaltılmasına göz yumma zaten başka bir sonuç veremezdi. Ülkedeki bankaların yarısının iflas etmesine yola açan 2001 Krizi’nin topluma maliyeti, o dönemdeki milli gelirin üçte birine ulaşmıştı.
Galat-ı meşhur olarak Albert Einstein’a atfedilen bir söz var; “Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar elde etmeyi umanlar ancak ahmaklardır.” Aynı gerçeği Mehmet Akif de şöyle ifade etmiş:
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Durumun vahameti ister nesirle ister nazımla ifade edilsin, Hükümetin bu konuda ısrarlı olduğu anlaşılıyor. İmkânsız Üçlü modelinin hâlâ geçerli olup olmadığını bir daha sınıyorlar. Bugün yaşanan ekonomik yıkımın maliyetini sırtlarında bulacak gelecek nesilleri bir yana bıraksak bile en az 85 milyon kişi üzerinde gerçekleştirilen tarihin en kapsamlı sosyal deneyinin kobayları olarak resmi verilerle yüzde 80’e dayanan enflasyon labirentinin dönemeçleri arasında umutsuzca çıkış yolu bulmaya çalışıyoruz.
Serbest Piyasa ve Ekonomi Politiğin Eleştirisi
Burada bir parantez açıp Perspektif okurunun düzeyine ve entelektüel ilgisine güvenerek kısa bir kuramsal analiz yapacağım. İlginizi çekmiyorsa da sorun değil, bu bölümü atlayıp yazıya devam edebilirsiniz. Kısaca opsiyonel/seçimlik bir bölüm bu.
“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” bir iktisatçı filozof olarak Karl Marks’ı sıradan okura tanıtmak için ve Marks’ın iktisat aracıyla nasıl felsefe yaptığını kavramak için çok elverişli bir eser. Hatta, kavranması zor, karmaşık ve uzmanlık gerektiren bazı konuların aslında gündelik yaşamımızın nasıl birer parçası olduğunu açıkça ortaya koyduğu için Marksizmin en zekice yazılmış kitaplarından biri olduğunu savunanlar bile vardır. Ekonomi bir yönüyle teknik görünse de aslında yaşamla iç içe bir alan. Üretmeden, tüketmeden, geliri üleşmeden bir yaşam mümkün mü? Tam da bu yüzden modern bir bilim olarak iktisat, ekonomi politikle başladı. Bugünün ekonomi politiğini tartışırken de ABD’den Filipinler’e, Norveç’ten Türkiye’ye kadar kendisini hissettiren “zamanın ruhu”nu mutlaka dikkate almak gerekiyor. Bir ekonomi modelini “ana akım” haline getiren, içinde bulunulan nesnel tarihsel koşullardır. Dickens’ın eserlerinde dehşetle ve iğrenerek okuduğumuz Sanayi Devrimi koşulları sosyalizmle, 19’uncu yüzyılın son çeyreğindeki “Belle Époque” marjinal devrimle, Büyük Buhran Keynesyen politikalarla, 1970’lerin krizi de Yeni-klasik akımla ilişkili değil midir?
Vahşi kapitalizm Büyük Buhran ile sona erdi. 2008 Küresel Krizi’nde aldığı yaralarla ağır hasar gören 1990 sonrasının Washington Uzlaşısı modeli ve Chicago Boys usulü Neoklasik ekonominin tabutuna son çiviyi çakan ise COVID-19 küresel salgını oldu. Yeni dönemde yeni bir ekonomi politiğe, daha katılımcı ve kuşatıcı bir küreselleşmeye gereksinim var. Bu ekonomi politik çerçevesinde demokrasi; ancak ekonomik ve sosyal alanlarda fırsat eşitliğini de sağlayan özgürlükçü, adil ve kapsayıcı bir toplumsal düzeni içerecek biçimde tanımlandığında gerçek anlamına kavuşur. Bütün yurttaşların yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme haklarına sahip olmalarını mümkün kılacak bir ekonomik program, özgürlükçü demokrasinin sürdürülebilir kılınması için vazgeçilmez görülmelidir. Bu bağlamda devletin ekonomiye müdahale etmesini kategorik olarak reddetmek de en az “yerli-millici” anlayış kadar çağdışıdır. Önemli olan bu müdahalenin kurallı, öngörülebilir ve kurala bağlı olmasıdır.
Devletin geliri yeniden dağıtma ve kapsayıcılığı sağlama işlevleri önemlidir ama tekeline aldığı güç kullanımından gelen otoritesi dengelenmelidir. İşte bu yüzden de devletin ekonomiye doğrudan ve keyfî biçimde müdahale etmesinin önüne geçecek bir ekonomi politik gerekir. Devlet, hamaset edebiyatının devleştirdiği buyurgan ve kutsal bir varlık değildir. Eline teslim edilen güç, bir arada yaşayan bireylerin ortaklaşa görülmesi gereken işlerini görmeye yöneliktir. Bizatihi kendisi de bu amaçla insan eliyle yaratılmış bir hizmet aracı olarak görülmelidir. Bireyi devlete karşı güçlendirmek demokrasinin olmazsa olmazıdır. Devletin her türlü kararı ve eylemi demokratik hesap verebilirlik ilkesine uygun olmak zorundadır.
Devletin ekonomiye müdahale etmesi gereken durumlarda bu, ekonomik birimlerin sergilemesi amaçlanan davranışları teşvik ederek, cazip hale getirerek yapılmalıdır. Bununla birlikte, çok arzu edilen bir yöntem olmasa da olumsuz davranışlara maliyet yüklenerek bunları caydırmaya çalışmak da söz konusu olabilir. Burada yöntem, ekonomideki dışsallıkları maliyetlere yansıtmak olmalıdır. Faaliyetiyle çevreyi kirleten işletmelerin bu toplumsal ve çevresel maliyeti yüklenmelerini sağlayacak vergiler buna iyi bir örnek teşkil eder. Benzer biçimde bugün yaşayan vatandaşların öncelikleri ve elde ettikleri fayda ile gelecek nesillere karşı sorumluluklarımız arasında dengeyi sağlayacak nesiller arası sözleşmeyi gözetmek de yine devletin bu çerçevedeki sorumluluklarındandır. Son olarak, istisnai durumlarda devletin bazı ekonomik davranışları yasaklayarak sınırlandırabileceğini de kabul etmek gerekir. Bu yönteme ancak açık ve yakın tehdit haline gelmiş sistemik risklerin önlenmesi amacıyla ve çok sınırlı olarak başvurulabilir.
Ciddi bir entelektüel açıkla malul olan, bir süredir sadakati liyakate, itaati ehliyete yeğler hale gelmiş iktidar çevrelerinin ise ne yazık ki böyle bir analizi değil yapacak, kavrayacak durumda olduğu bile kuşkulu. Onların sergilediği tavır daha ziyade “zor oyunu bozar” ekolüne yakın. Her şeyi araçsallaştırdıkları gibi kullandıkları bütün kavramların da içi boşaltılmış. Dolayısıyla ne yerlilikleri ne faiz karşıtlıkları sahici. Devleti kutsadıkça zayıflattıklarının bile muhtemelen farkında değiller. Dolayısıyla düzenlemelerle, kısıtlamalarla, yasaklarla yapılan rasyonel bir devlet müdahalesi olmuyor. Karakuşî bir yönetim anlayışı sergiliyorlar, stratejik planlamadan yoksun biçimde -günü bile değil- sadece o anı kurtarmaya çalışıyorlar.
Türk Modeli Başkanlık, Türk Modeli Demokrasi, Türk Modeli Serbest Piyasa
Durumu daha vahim kılan, Hükümetin gerçekliğin inkârını sistemik hale getirerek temel politika yönelimi olarak benimsemesi. Perspektif’te bundan tam yedi ay önce yayımlanan yazımda dikkat çektiğim bu sorun temelde bir zihniyet sorunu olduğundan çözümü yok. 128 milyar doları arka kapıdan özelleştiren (!) Hükümetimiz “İmkânsız Üçlü”nün arkasından dolaşacak bir çözüm geliştirdiği yanılsamasına kapılmış. Çok yaratıcı olmasa da kısa vadede işleyebilecek bu çözümün adı “sermaye kontrolü, kambiyo sınırlaması”… Dışa açık bir ekonomide hem kuru hem faizi kontrol edemeyeceklerini el yordamıyla keşfetmiş olmalılar ki bütün inkârlarına rağmen fiilen kambiyo kısıtlaması anlamına gelecek kararları yürürlüğe koyuyorlar ve sermaye serbestisinden adım adım uzaklaşıyorlar. Bu zihin karışıklığını en yetkili yöneticilerin açıklamalarında görüyoruz. Hazine ve Maliye Bakanı bir gün piyasayı en iyi kendilerinin bildiğini iddia eder, serbest piyasaya ve serbest kambiyo rejimine bağlılığını açıklarken ertesi gün; “Biz, piyasada ne oluyor ne bitiyor her şeyin farkındayız ve diyoruz ki, paraları alıp gidip bu parayla döviz alma. Aldığımız bütün kararlar daimî kararlar değil. Hepsi geçici. Dövizle işiniz yok, TL ile iş yapın diyoruz” şeklinde konuşabiliyor. En büyük kamu bankasının tepe yöneticisi; “Türkiye’de mal, hizmet sermaye hareketleri her zaman serbest olmuştur. İsteyen her türlü ticareti yapabilme hürriyetine sahiptir. Bugün yabancı paranın yurt içi, yurt dışı her türlü sirkülasyonu serbesttir” ifadesiyle “Bu düzenlemenin amacı kredilerin selektif olarak doğru mecralarda kullanımını sağlanması. Varlıkların içinde dövizi varken uygun maliyetli TL cinsinden kredi kullanarak döviz alınmasını önlemek” ifadesini aynı söyleşide arka arkaya söyleyebiliyor.
Konunun daha derin kökleri olması mümkün. Çocukluk yıllarımızda okullarda kutladığımız yerli malı ve artırma haftalarında “Yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı” sloganları altında “bizim bize benzediğimizi” öğrenmiştik. Ekonomik gerçekliğin acı yüzü, gelir dağılımı verileri ve sosyal teoriler aksini savunsa da “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” idik. Yarım yüzyıl sonra “yerli ve milli” Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemimiz bir kez daha aynı sloganlarla karşımızda. Tahmin edilebileceği üzere bu yerli-milli hamaseti yine aynı sevimsiz gerçeği saklıyor. İzlenen ekonomi politikasının hortlattığı enflasyon canavarı karşısında hiç de “kaynaşmış bir kitle” değiliz. Enflasyon, harcama eğilimi yüksek olan yoksul kesimlerin gelirini, enflasyona karşı kendisini görece koruyabilen zengin kesimlere acımasızca aktarıyor. Varlık (finansal ya da reel) sahibi olan kesimlerin serveti artarken varlığı olmayan kesimlerin cebindeki parayı arsızca aşındırıyor. Kanunsuz vergi olan enflasyon, kanunsuzluğu kamu düzeni haline getiriyor. Oluşacak toplumsal tepkiyi bastırmak için ise hamaset soslu nutuklar çok işe yarıyor. Kayıp milyarlara cevap mı bulamadınız? Hayat pahalılığından, geçim sıkıntısından gariban halk inim inim inliyor mu? Yoksulluktan, işsizlikten, çoluk çocuğunun isteklerini karşılayamamaya kahredip usanan kitleler tepki mi gösteriyor? Cevap hep aynı; “Bayrak inmez! Ezan dinmez! Vatan bölünmez!” Türk modeli başkanlık sistemi, bir zamanların Oryantalist tanımlamasıyla “bon pour l’Orient” Türk modeli demokrasiyi gerektiriyor. Bu ikisini mümkün kılacak ekonomi modeli ise Türk modeli serbest piyasa oluyor. Siyasal yapıyı otoriterleştirmenin yolunun ülkeyi dışa kapatmaktan geçtiği açık. Bu ise serbest piyasa ekonomisinde başarılabilecek bir şey değil. Türkiye gibi ülkelerde siyasal haklar ve özgürlükler ile ekonomik özgürlükler arasında bileşik kaplar modeline benzer ilişki olduğu biliniyor. Özgürlüklerin düzeyi her iki alanda da birlikte yükselip alçalıyor. Kısacası, toplumsal düzeni otoriter ve baskıcı hale dönüştürmek, ekonomiyi kapamakla mümkün. İşte size bugünün ekonomi politiğinin eleştirisi…