İbrahim Turhan
Önce yavaş yavaş sonra aniden
Demokrasi kurumlar ve kurallar ile işleyen bir sistem. İnsanlar bir arada yaşadığında ortak işlerin görülmesi, yaşam ve mülkiyet başta olmak üzere temel hakların korunması, güvenliğin sağlanması ve ihtilafların çatışmaya yol açmadan çözülmesi için kamu alanında güç kullanma tekeline sahip bir örgüte gereksinim doğuyor (yaygın bir hata kamuyu devlet ya da hükümet yerine kullanmaktır, oysa kamu; herkes, toplumun bütünü demektir). Toplumun kamu alanındaki örgütlenmiş yapısına devlet diyoruz. Devlet öyle bir varlık ki yaşamlarımız üzerinde buyurucu düzenlemeler yapma yetkisine sahip olduğunu kabul ediyoruz. Bazı haklarımızdan devlet lehine feragat ediyoruz. Vergi toplama, yani alın teriyle kazandığımız gelirin bir kısmına el koyma, yargılama ve güç kullanma, elinde silah bulundurma gibi yetkilerini meşru görüyoruz. Üstelik bunu gönüllü biçimde yapıyoruz. Denge ve denetim mekanizmalarını demokratik sistemin vazgeçilmez bir bileşeni yapan şey, elinde böyle bir güç bulunduran devletin canavarlaşarak kendini yaratan toplumun başına musallat olmasını önleme arzusu. Yönetimle ilgili kararların toplumun tercihlerine uygun biçimde belirlenmesini güvence altına almak, demokrasinin zaman zaman seçim de yapılan bir diktatörlük hâline gelmesini önlemek için kurumlara ve kurallara gerek var.
denge ve denetim vazgeçilmez
Demokrasi, Türkiye’de iddia edildiğinin aksine, seçilmiş yöneticilere her istediklerini yapma ve keyfî davranma hakkı vermiyor. Demokratik sistemlerde yürütmenin başında yer alan kişinin seçilmiş bir tiran olması kabul edilebilir bir şey değil. Demokratik kurumlar ve kurallar tam da burada devreye giriyor. Hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, temel hakların dokunulmazlığı son derece hassas bir denge ve denetim mekanizması oluşturuyor.
Örneğin basın özgürlüğü siyasal eleştiri yapılmasına imkan tanıyor. İfade özgürlüğü ise bazen toplumun büyük kısmına çok aykırı gelse de (doğrudan ve açıkça şiddet kullanımı, tehdit, hakaret, inanca, ırka ve cinsiyete dayalı nefret dili olmadıkça) görüşlerin serbestçe dile getirilmesini güvence altına alıyor. Demokrasilerde hükümeti protesto etme, toplantı ve gösteri yapma hakkı, siyasal katılımın en az oy verme kadar doğal bir parçası olarak kabul ediliyor. Böylece toplum sadece dönem dönem sandıkta görüşünü belirten edilgen bir kitle değil siyasetin etkin bir unsuru oluyor.
Demokratik değerler saldırıya uğrarsa, basın ve sivil toplum etkisizleştirilirse, denge ve denetim işlevi gören kurumsal güvence mekanizmaları güçlerini kaybedip işlevsiz hale gelirse artık demokratik bir siyasal düzenden bahsetmek mümkün olmaktan çıkıyor. Denge ve denetim kalmayınca yönetimin her türlü baskısı sıradanlaşıyor, karşılıksız kalıyor.
ABD’de olmaz denilen şeyler oldu
ABD’de 1922’den beri yayımlanan ve dünyanın en önemli konularının tartışıldığı, yeni fikirlerin, analizlerin sunulduğu uluslararası bir forum olma iddiasındaki Foreign Affairs dergisinde iki hafta önce “Amerikan Demokrasisinin Çözülüşü” başlıklı önemli bir makale yayımlandı. Yazarı tanıdığımız bir isim; Mekteb-i Sultanî’de bir üst devremde olan ABD’nin önemli iktisatçılarından Daron Acemoğlu.
Makale Trump yönetiminin son bir yılda ABD’nin demokratik kurumlarının nasıl içini boşalttığını inceliyor. Amerikan toplumunun alışkın olmadığı acayip durumlar yaşanıyor. Başkan vergi kayıtlarının kamuoyuna açılması talebini reddetti, yakınlarını yönetime getirdi ve dış politika kararlarında aile bireylerinin uluslararası finansal çıkarlarını gözeten tavır sergiledi. Latin kökenlileri, Müslümanları, Asyalıları hedef alan açıklamalar yaptı. ABD’de hiç olmaz sanılanlar olmaya başladı; savcılar azlediliyor, yargıya müdahale ediliyor, basın yayın organları yönetim tarafından baskı altına alınmaya çalışılıyor. ABD belki de ilk defa en hassas konularda bu kadar pervasızca davranan, beyaz ırkın üstünlüğünü savunan aşırı sağcı akımların fikirlerine sempatiyle yaklaşan bir başkanla karşı karşıya. Siyasal sistem felce uğramış gibi. Sonunda, önce Trump’ın azil davasında yaşananlar, ardından beyaz polisin Afrika kökenli ABD vatandaşlarına uyguladığı ölçüsüz şiddetin yol açtığı trajedi neredeyse ülke genelinde bir isyana dönüştü.
Acemoğlu makalesinde nasıl olup da ABD gibi demokratik geleneğin kökleşmiş olduğu gelişmiş bir ülkede bunların yaşanabildiği sorusunu ele almış. Bulduğu cevap, sadece ABD’de değil benzer sıkıntıların yaşandığı pek çok ülkede de önümüzdeki dönemde topluma sunulacak siyasal programlara ilham vermesi gereken bir tespiti içinde barındırıyor. Demokratik kurumları Trump’ın saldırısı karşısında savunmasız bırakan, toplumsal desteği yitirmiş olmalarıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaratılan refah toplumu modelinde bir taraftan yüksek büyüme sağlanırken aynı zamanda zenginlik –en azından beyazlar arasında- cömertçe dağıtılıyordu. Sosyo-ekonomik olarak üst sınıflarda olmayanlar bile geçimlerini rahatça karşılıyor, refahtan pay alıyordu. Soğuk Savaşın kazanılmasının yarattığı zafer sarhoşluğu psikolojisini yansıtan neoliberal politikaların ölçüsüzlüğü toplumsal bütünlüğe de zarar verdi. Oysa olması gereken, büyümeyi daha da kuşatıcı hâle getirmek, o zamana kadar refahtan yeteri kadar yararlanamamış Afrika kökenliler, Latinler gibi kesimlerin de sürece katılmasını sağlamaktı.
2008 Krizi toplumun kurumlara olan güveninin biraz daha sarsılmasına yol açtı. Finansal sektördeki açgözlülük ve hırsın acısını çeken kitleler, banka kurtarma operasyonlarında milyarların nasıl harcanabildiğini izledi. Amerikan rüyası parçalanıp dökülürken Merkez Bankasına, yargıya ve Meclise olan güveni de yanında götürdü.
Okurların dikkatiden kaçmamıştır; 16 Haziran’da Pencere’de yayımlanan yazımızda biz de bunları vurgulamıştık. Şu cümleler o yazımızdan; “Birleşmiş Milletler Gelişme Programı İnsanî Gelişmişlik Endeksi’nde yer alan ölçütleri esas alan kapsayıcı politikalara yeteri kadar vurgu yapmayan hiçbir ekonomi programı, Covid-19 sonrası dönemde karşı karşıya olduğumuz sorunlara cevap veremeyecek. Bu sadece ekonomik değil, temel insan hakları ve özgürlükleriyle de yakından ilgili siyasal bir konu”. Aklın yolu birdir sözündeki hikmet bir kere daha kendisini gösterdi. Belki Mektebin kazandırdığı formasyonun da etkisi vardır, kim bilir?
kurumların aşınması sistemin çöküşünü getirir
ABD ile ilgili tespitler, çizilen tablo tanıdık gelmiştir. Yaklaşık dört yıldır aynı sorunlarla biz de boğuşuyoruz. Kurumsal bağımsızlık konusunda bu topraklarda da hanidir nedret hâli yaşanıyor. Yönetimin durumu, uyarılara kulak asmayıp yüksek bir yerde tehlikeli davranışlar sergileyen bir kişiye benziyor. İçinde bulunduğu tehlikeyi anlatmak için seslenirsiniz, oralı olmaz. Siz endişeye kapılıp heyecanla bağırınca bu sefer gürültü yapıp rahatsızlık verdiğinizi söyler. Dayanamaz, kolundan tutup çekmek istersiniz, kızıp tepki gösterir.
Sonunda korktuğunuz şey olur ve bu kişi boşluğa doğru adım atar. Siz çaresizce bakarken de -henüz havada olduğu için- size dönerek “Yanıldın işte, bak bir şey oldu mu? Boşuna bozgunculuk çıkardın, felaket tellallığı yaptın!” diye söylenir. Oysa siz bunun artık serbest düşüş olduğunu bilecek kadar fizik okumuşsunuzdur. Sorulacak olan ne yazık ki “eğer” değil “ne zaman” sorusudur.
Kurumsal çöküş de böyle bir şey. Kurumları yavaş yavaş aşındırarak ve itibarsızlaştırarak girilen yol, önce aşamalı/tedrici bir gerileme olarak yaşandığı için havada süzülen kişinin psikolojisiyle davranmak mümkün. Hatta şımarıkça bir özgüven patlaması bile sergilenebiliyor. Sonra ise kurumların tamamen tahrip olması sonucu sistemde ani bir çöküş kaçınılmaz oluyor.
Tıpkı Ernest Hemingway’in “Güneş de Doğar”ındaki diyalogda anlatılan iflas süreci gibi:
Bill, “Nasıl iflas ettin?” diye sordu.
“İki şekilde” dedi Mike; “önce yavaş yavaş, sonra aniden.”