Galip Umut Özdil
Kimse kızmasın… Bunu kendimiz istedik
En azından büyük bölümümüz küresel şirketlerin ve onların ulusal ortaklarının tarımsal üretim girdilerinden başlayarak sonrasındaki tüm süreçlere ve ticarete egemen olmasını çok haklı gerekçelerle eleştiriyoruz değil mi?
Özellikle “yoğun girdi kullanımı ile yüksek verim’’ temel ilkesiyle açlığa çözüm amacıyla başlayan Yeşil Devrim ile birlikte hız kazanan endüstriyel tarımı hem amaçlarına ulaşamadığı için hem de kaynak israfına yol açtığından yerden yere vuruyoruz. Doğanın kaynaklarını kurutan ve çiftçinin kendi toprağında köleleşmesine neden olan bu tarımsal üretim yönteminin ve bunu destekleyen politikaların bir an önce değişmesini, tüm kaynakları koruyan yerel üretimi ve tüketimi savunuyoruz.
Artık geçmiş olsun… Çok değil 10 yıl öncesine kadar benim de umudum vardı. Tek paragrafta özetlemeye çalıştığım bu düzenin yıkıcı etkilerini en azından ülkemiz için geciktirebilmek adına yapılması gerekenler o kadar belliydi ki…
Toprak, su ve biyolojik çeşitlilik başta olmak üzere doğal kaynakları koruyarak, içine siyasetin girmediği evrensel kooperatifçilik ilkeleriyle yapılacak tarımsal üretim bir de gerçek anlamda millî politikalarla desteklenirse sorun kalmıyordu. En azından dış kaynaklı problemlerden az hasarla çıkmak çok olasıydı. Olmadı.
Çünkü hakça bir düzeni sahiplenecek, savunacak ve uygulayacak çiftçilerin sayısı çok sınırlı kaldı. Politik ve maddi olarak destekleyen zaten yoktu. Günübirlik ve çoğu zaman siyasi çıkarlarla uygulanan tarımsal destekleme politikaları o seçim dönemindeki oy oranlarını artırmak dışında bir amaç taşımıyordu. Bu başarısızlıkların en önemli nedeni kısa vadeli maddi getirilere verilen önceliğin uzun vadeli ve kalıcı kalkınma hedeflerine tercih edilmesi. Uzun vadeli refahı gerçekten isteyen bir kırsal kitle de mevcut değil açıkçası.
Bu başarısızlıkların en önemli nedeni kısa vadeli maddi getirilere verilen önceliğin uzun vadeli ve kalıcı kalkınma hedeflerine tercih edilmesi.
Her boyutta ekonomik ve sosyal amaçlı iyi işler başaran kurumlar ve örgütlerin sayısı çok sınırlı kaldığı gibi bunlar kendi aralarında ortak bir eylem ve iş birliği yapmadılar, yapamadılar. Bunun da en önemli nedeni bu girişimlerin önemli bir bölümünün yerel dinamikler ve vatandaş yerine yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri ya da düşünce kuruluşlarının öncülüğünde kurulması.
Tüm dünyada kooperatifçilerin artan çabaları kamu ve özel sektörün yanına üçüncü sektör olarak kooperatifçiliği koymaya çalışmaya devam ediyor ancak ülkemizde bu çabalar çok uzun süre daha sonuç vermeyecek gibi görünüyor.
O zaman hiç lafı eğip bükmeye gerek yok: Yıllardır eleştirdiğimiz şirket tarımının güçlenmesine hazır olmak gerekiyor. Teknolojik gelişmeler de zaten bu süreci hızlandırıyor. Yasal olarak alt yapısı yeniden hazırlanan sözleşmeli tarım modelinin kâğıt üzerinde ve söylemde çok iyi olmasına rağmen, tek başına kalan çiftçinin hakkını koruyacak bir sistem kurmasını beklemek geçmiş tecrübelere ve hâlihazırdaki uygulamalara bakarsak çok iyimser bir yaklaşım olacak. Sözleşmeli modelinin hukuki alt yapısı kurulsa bile anlaşmazlık durumunda adaletli bir karar verileceğini düşünmek de aynı şekilde.
Örgütsüz çiftçi, ürününün fiyatını belirleyemeyecek, çok uluslu şirketlerin güdümündeki uluslararası borsa fiyatlarına mahkûm olacak. Dışa bağımlı girdilerin aşırı fiyat artışından dolayı ya çok düşük kâr oranlarıyla ya zararına üretmeye devam edecek ya da tarımdan kopuş hızlanacak. Sonuçta üretimi de şirketler yapmaya başlayacak.
Küresel sermaye tarafından yönlendirilen ve neyi, ne zaman yapacağı belli olmayan despotik liderlerin ağzından çıkacak bir söze göre şekillenen politikalarla kimya şirketlerinin de egemen olduğu tarım ve gıda sektörüne, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde daha da hâkim olacaklar.
Üstelik kendi yarattıkları krizleri şimdiye kadar yaptıkları gibi güya insanlık adına uygulayacakları sevgi dolu projelerle gizlemeye bile gerek duymayacaklar.
Bize sadece görmemizi istedikleri kadarını gösteriyor, mutfaklarını açmıyorlardı. Yapay üretimlerine mecbur olduğumuz algısını yerleştirmek için o kadar para harcayacaklar ki çok yakın gelecekte mutfaklarını da canlı yayında izleyeceğiz.
Toprak, emek, girdiler ve çıktı yani ürün şirketlerin… Temel amaç en üst seviyede kâr etmek… O zaman bu şirketlerin farklı olsalar bile ortak karar alması hiç zor olmayacak değil mi? Üstelik gıda şirketlerinin yanında gıda dışı şirketlerin de tarıma yatırım yapmasının var olan rekabet koşullarını daha da zorlaştırması ve maliyet baskısının en çok çiftçi gelirlerini etkilediği gerçeği de varken…
Yazının başında asıl olması gerekenden umudumuzu kestiğimizi söylemiştik. O zaman bu küresel sömürü düzenine şirket tarımıyla da olsa karşı durabilir miyiz sorusu önem kazanmıyor mu?
Ekonomik büyüme, yapısal dönüşüm, gereksinimlerin artması ve değişmesi ile kentleşme kırsalda yaşayan üreticiler için yeni imkânlar sunabilir. Mevcut tarımsal düzen kentlerin ihtiyaçlarını karşılamak için daha verimli olmak zorunda. Bu durum acı ama tarımı bir yaşam biçimi yerine bir işletme biçimi olarak kurgulamayı zorunlu kılmaya devam edecek.
Tarım ve gıdada giderek uluslararası hale giden ticari sisteme uyum ve bütünleşmeyi tek başına sermayesi olmayan küçük aile çiftliklerinden beklemek de hayalcilikten başka bir şey değil. Özellikte ihracat yapmak için bile olsa ithalata zorunlu olan ülkelerin daha da kırılgan olacağı yakın gelecekte yerli ve güçlü sermaye yapılarına sahip şirketlerden başka çare yok artık.
Toprağın mülkiyetinin şirketlere geçmesi milli güvenlik için bir sorun olur mu? Hemen cevap vereceksek: Büyük sorun olur. Ancak, sözleşmeli üreticilik sistemi, tapusu çiftçide olmasına karşın, toprağın kullanılışına karar verme gücünün yani gerçek mülkiyetin, şirketlerin eline geçmesi demek değil mi zaten?
Güçlü ve yerli sermaye yapısıyla, kırsal alanda istihdam yaratarak, üretici ve işçilerini sömürmeden adaletli bir ortaklık dolayısıyla gelir paylaşımı sağlayarak, teknolojinin olanaklarından en üst seviyede yararlanan millî şirketlerimizin çok az olan sayısı artamaz mı?
Tarımsal alanda şirketleşmenin yeni olduğu ülkemizde devletin bu konuda girişimcilere verdiği destekleri artırması ve takibi şart. Özendirici destekler yoluyla uygulamaya büyük ölçekli çiftlikler ve sahipleri olduğu kadar, orta ve küçük ölçekli çiftçilerin de katılımı sağlanabilir. Böyle bir yapı kamu tarafından desteklenip denetlendiğinde orta ve uzun vadede Türk şirketleri de uluslararası çapta belirleyici rol üstlenebilir.
Kimse kızmasın, gücenmesin, bunu kendimiz istedik…