Kavala’nın uzun süren tutukluluğu ile ortaya çıkan hukuka aykırılık sorunları – 2

Osman Kavala’nın uzun süren tutukluluğunun Anayasa hükümleri yönünden yol açtığı hukuka aykırılık sorunlarına önceki yazımda değinmiştim. Bu yazımda ise sözü geçen tutukluluğun, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları yönünden yol açtığı hukuka aykırılık sorunlarına değineceğim. Ancak bu yazıdaki açıklamalarımın kolay takip edilmesi için hukukî sürecin önemli bazı noktalarını hatırlatmanın yararlı olacağı kanısındayım.

• Bir iş insanı ve insan hakları savunucusu olan Osman Kavala ile ilgili hukukî süreç, 18 Ekim 2017’de gözaltına alınmasıyla başlamıştır.
• 1 Kasım 2017’de ise İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliği tarafından Kavala hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 309. ve 312. maddelerinin içerdiği suçlardan dolayı tutuklama kararı verilmiştir.
• Kavala 7 Haziran 2018’de ise AİHM’ye başvurmuştur.
• AİHM, 10 Aralık 2019’da Kavala’nın tutukluluğunun AİHS’nin 5.1., 5.4. (oybirliğiyle) ve 18. (5’e karşı 1 oy çokluğuyla) maddelerine aykırı olduğunu belirterek Kavala’nın derhal serbest bırakılmasına karar vermiştir. Karar, 11 Mayıs 2020’de kesinleşmiştir.

AİHM, Kavala’nın Türk Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yaptığı başvurunun hızla incelenip karara bağlanmamasının AİHS’nin 5. maddesinin 4. fıkrasını ihlâl ettiğine oybirliğiyle karar vermiştir.
AİHS’nin 18. maddesi şöyledir: “Anılan hak ve özgürlüklere bu Sözleşme hükümleri ile izin verilen kısıtlamalar öngörüldükleri amaç dışında uygulanamaz.” AİHM, bu hükmün AİHS’nin 5. maddesinin 1. fıkrasıyla bağlantılı olarak ihlâl edildiğine 1’e karşı 5 oyla karar vermiştir.
Osman Kavala hakkında yürütülen hukukî süreçlerin ayrıntıları kronolojik olarak www.osmankavala.org adresinde yer almaktadır.

AİHS’ye Aykırılık Sorunu
AİHM, Kavala’nın başvurusu üzerine yaptığı incelemede, kendisine isnat edilen suçları işlediğine dair dosyada yeterli delil bulunmadığına, bu nedenle başvurucunun derhal tahliyesine hükmetmiştir (Kavala v. Türkiye, Başvuru no. 28749/18, 10 Aralık 2019, para. 239, 240, Hüküm fıkrasının 7. bendi). Üstelik Mahkeme, tutukluluğu haklı kılacak hiçbir hukukî gerekçenin olmadığı, bu nedenle tutukluluğun hukukî gerekçelerden kaynaklanmadığını da açıkça belirtmiştir. Bu açıklamaları takiben AİHM, Kavala’nın gözaltına alınması ve uzun süren tutukluluğu ile sadece onun sesinin kısılmasının amaçlanmadığını belirtmiştir. Mahkemeye göre bu tedbirler, aynı zamanda, Türkiye’deki diğer insan hakları savunucularının çalışmaları üzerinde caydırıcı bir etkiye sahip olabilecektir. Böylece Sözleşmenin 18. maddesi ihlâl edilmiştir. (Kavala v. Türkiye, Başvuru no. 28749/18, 10 Aralık 2019, para. 232).

Sonuçta Türkiye, 10 Aralık 2019’dan bu yana AİHM kararlarını uygulamamakta ısrar eden bir devlet konumundadır. Bu ise Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye ile ilgili olarak AİHM kararlarının gereğinin yerine getirilmediği yönündeki denetim sürecini başlatmasına yol açmıştır.

Avrupa Konseyi ve Türkiye
Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurulduğu 1949’dan itibaren bu kurumun üyesidir. AİHS ise Türkiye tarafından 1950’de imzalanmış; 1954’te onaylanmıştır. 1987’de ise Türkiye, AİHM’ye bireysel başvuru hakkını tanımış; 1989’da AİHM kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiştir.

Nihayet Türkiye, 2004 Anayasa değişikliğiyle temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası antlaşmaları, ulusal kanunlarının üzerinde bir statüye yükseltmiştir. Bu nedenle yargı kuruluşları ve idarî makamlar, kanunlarla AİHS arasında bir çelişki olduğunda AİHS hükümlerini uygulamakla yükümlülerdir.
Konuyu AİHM’nin Kavala hakkında verdiği karar yönünden değerlendirdiğimizde bu kararın TC Devleti’nin ulusal makamları yönünden bağlayıcı olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Kararın verildiği 10 Aralık 2019’dan itibaren Osman Kavala’nın serbest bırakılmamış olması, Türkiye yönünden AİHS’nin 46. maddesinin ihlâl edildiğini göstermektedir. AİHM, Kavala kararında tereddüde yer bırakmayan bir açıklıkla derhal serbest bırakılmadan söz etmiştir. (Kavala v. Türkiye, Başvuru no. 28749/18, 10 Aralık 2019, para. 239, 240.)

Türkiye, AİHM Kararlarını Uygulamamakta Direnebilir mi?
Her hukuk metni gibi AİHS de içerdiği hükümlere uyulmamasını müeyyidelendirmiştir. Sözleşme hükümlerinin ihlâl edildiği AİHM tarafından hüküm altına alındığında, taraf devlet yönünden Mahkeme kararının gereğini yerine getirmemek gibi bir seçenek yoktur.
Dolayısıyla Türkiye’nin ulusal makamları, AİHM’nin Kavala’ya ilişkin derhal tahliye kararının gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, Sözleşmenin ihlâli anlamını taşıyacağından bu ihlâlin de bir müeyyidesi olacaktır.

17 Ocak 2022’de Verilen Kararın Anlamı Nedir?
Bu yazıyı yazmamın nedeni, 17 Ocak 2022’de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Kavala’nın tahliye talebinin bir kez daha reddedilmesidir. Bu ret kararı, Türkiye’nin ulusal makamlarının AİHM’nin 10 Aralık 2019’da verdiği, 11 Mayıs 2020’de kesinleşen Kavala’nın derhal tahliyesinin gerektiği yönündeki karara karşı ısrarla direnildiğini göstermektedir. Bu tür bir direnişin sonuçlarının ne olacağını evvelce AİHM’de Türkiye yargıcı olarak görev yapmış olan Dr. Rıza Türmen’in satırlarından takip edelim.
“Avrupa Konseyi Statüsü’ne göre, Bakanlar Komitesi’nin hukuk devleti ilkelerinin ve insan haklarının ciddi bir biçimde ihlal edilmesi durumunda, devletin üyeliğinin askıya alınmasına karar verme ya da ilgili devletten Avrupa Konseyi üyeliğinden çekilmesini talep etme yetkisi var. Ancak bu yola gitmeden önce Bakanlar Komitesi, Sözleşme’ye 14. Protokol’le yeni eklenen “ihlal prosedürüne” başvurabilir.
Buna göre, bir devletin AİHM kararını uygulamamakta ısrar etmesi durumunda, Bakanlar Komitesi üçte iki çoğunlukla sorunu AİHM’e gönderebilir. AİHM’in ilgili devletin karara uyma yükümlülüğünü yerine getirip getirmediği konusunda karar vermesini isteyebilir. AİHM Büyük Dairesi, devletin kararları uygulama yükümlülüğünü yerine getirmeyerek Sözleşme’yi ihlal ettiği sonucuna varırsa, o zaman Bakanlar Komitesi yaptırımlara başvurabilir.”1

Sonuç
Yazımın birinci bölümünde yaptığım açıklamalar, Osman Kavala’nın gözaltına alınması ve uzun süren tutukluluğunun Anayasamızın 2. maddesindeki insan haklarına saygılı hukuk devleti ilkesini, kişinin hürriyeti ve güvenliğini düzenleyen 19. maddesini, adil yargılanma hakkını düzenleyen 36. maddesini, yargılamaların mümkün olan hızla yapılmasını emreden 141. maddesini ve nihayet AYM kararlarının bağlayıcılığını düzenleyen 153. maddesini ihlâl ettiğini göstermiştir. Bu bölümdeki açıklamalarım ise aynı dava dolayısıyla Türkiye’nin AİHS’nin kişinin özgürlük ve güvenlik hakkını düzenleyen 5. maddesini ve Sözleşmeden doğan sınırlama yetkilerinin kötüye kullanılması yasağını düzenleyen 18. maddesini ihlâl ettiğini göstermektedir. Öte yandan bu açıklamalar, aynı zamanda AİHS’nin taraf devletlerin Sözleşmeden doğan yükümlülüklerini yerine getirmemeleri halinde ortaya çıkacak hukukî prosedürü düzenleyen 46. maddedeki koşulların gerçekleşmekte olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu tablonun sunduğu yalın gerçek ise Türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığıdır. Bu nedenle karşı karşıya kaldığımız ekonomik krizi çözmek amacıyla devletin en yüksek makamlarının uluslararası sermayeye seslenerek Türkiye’ye yatırım yapmakta tereddüt etmemelerini belirten ve onları Türkiye’ye davet eden açıklamalarının herhangi bir sonuç doğurmaması şaşırtıcı değildir.

Eğer Türkiye, vatandaşlarının demokratik bir anayasa düzeninde olması gerektiği gibi geleceğe güvenle bakacakları, hak ve özgürlüklerinin anayasal sınırlarından emin olan onurlu bireyler olmalarını istiyorsa ve uzun bir süreden beri derinleşerek devam eden, toplumun geniş kesimlerini yoksulluğa, hatta açlığa mahkûm eden ekonomik krizi sona erdirmek istiyorsa bu isteğe erişmenin en önemli çaresi, hukuk devleti olmayı başarmaktır. Bu gerçekleşmedikçe başta ekonomik kriz olmak üzere pek çok sorunun çözümü imkânsızdır.

Rıza Türmen, Bitmeyen Bir Hukuksuzluk Öyküsü: Osman Kavala, T24, erişim tarihi: 22.01.2022,

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serap Yazıcı Arşivi