Haldun Solmaztürk
“İslam ümmeti bugüne kadar dinle siyaset arasında doğru bir ilişki kuramamıştır”
Yakın tarihimizin en ciddi siyasi ve ekonomik krizinin ortasında, küresel bir salgınla mücadele ederken, Diyanet İşleri Başkanı’nın hutbesini ve Ankara Barosu’nun tepkisini tartışıyoruz.
Başkan’ın, bazı grupları ‘cinsel yönelimleri’ ve ‘hayat tarzları’ nedeniyle ‘hedef göstermesi’, Baro’nun da “çağlar öncesinden gelen” ifadesiyle ‘dini değerleri aşağılaması’ eleştirildi.
Bence her iki yorum da eksik ve yanlış.!
Yanlış şeyleri tartışırken asıl tartışmamız gerekeni göz ardı ediyoruz.
Diyanet İşleri Başkanı, konuşmasının aynı bölümünde ‘sigara’, ‘içki’ ve ‘uyuşturucu maddelerle’ ilgili de benzer uyarılarda bulundu—üstelik sigaranın da virüs bulaştırma riskine vurgu yaparak.
Ankara Barosu’nun konuşmayı bir bütün olarak almaması hatadır. Diyanet İşleri’nin bu seçici ve ‘aşırı’ yorumu “İslam dinine ve Müslümanlara saldırı” olarak görmesinin de hata olduğu gibi..
Baro, konuya “nefret söylemi” açısından baktığını, “çağlar öncesine ait” ifadesinin “zamandan ve coğrafyadan bağımsız olarak, dünya tarihinde çağlar boyunca yaşanan trajedilere vücut veren ayrımcı ve ötekileştirici zihniyeti” ifade ettiğini açıkladı.
Aslında tartışmanın burada bitmesi gerekirdi, ama bitmedi.
Bu arada, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in üç gün önceki televizyon sohbeti tartışmaya farklı bir içerik—ve derinlik—getirdi.
Sadece “Bizim bu tür musibetleri belirli bir gruba, belirli bir günah grubuna bağlamamız, haşa Allah adına konuşmamız manasına gelir. Doğru değildir.” ifadesini cımbızla çekmek haksızlık.!
Aslında, 2 saat 17 dakikalık sohbette söylenenler çok daha fazlası..
Görmez, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı “Atama ile verilen kamu görevi” olarak tarif ediyor.!
“Diyanet ve siyaset” ayrımı yapıyor.
“Tekvinle tenzili, yani Allah’ın kainata yerleştirdiği ayetlerle, kitapla insanlığa gönderdiği ayetleri birbirinden ayırarak; eksik bir ilimle ve eksik bir alem tasavvuruyla başımıza gelen bu Korona virüs hadiselerini doğru anlamamız mümkün olmaz” diyor. ‘O’ anlayışı eleştiriyor.
“Bizim günah-ı kebairleri (a.b.) Kuran ve sünneti dikkate alarak güncellememiz gerekir” diyor.
“Tedbir (yönetim) aslında en büyük taabbuddur (ibadettir)”, “Devletin imanı adalettir; devletin küfrü de zulümdür, haksızlıktır” diyor.
Ve bence en önemli tespiti şu: “İslam ümmeti, Hz. Osman’ın ilk altı yılından bugüne kadar, dinle siyaset arasında, İslam’la siyaset arasında, Kuran’ın emrettiği evrensel ilkeler doğrultusunda, doğru bir ilişki kuramamıştır”. İşte asıl tartışılması gereken bu.!
‘Şeriat devleti’ olan Osmanlı’da ilk ‘kanunnameler’ Fatih Sultan Mehmet zamanında hazırlanmış, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde geliştirilmiştir.
“Basiret—ve akıl—sahipleri için bunda (ayetlerde) ibretler vardır” ayetinden hareket edilmiştir.
Böylece ‘tekvin’ ve ‘tenzil’ birleştirilmiş, ‘tedbir’ ve ‘taabbud’ uzlaştırılmış, ‘diyanet ve siyaset’ ayrılmıştır.
19. yüzyılda yönetim merkezileştirilirken, Mülkiye, Seyfiye, Kalemiye ve İlmiye sınıflarının görev ve yetki alanları da birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran 429 sayılı (1924) Kanun bu sürecin nihai aşamasıdır.
“…muamelât-ı nasa dair ahkâmın teşrî ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği hükümete ait olup, …İslâmın bundan maada itikadad ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesâilinin tedviri ve müessesat-ı diniyenin idaresi için Diyanet İşleri Reisliği tesis edilmiştir".
Muamelat-ı nas—kişinin diğer fertlerle ve toplumla ilişkilerini düzenleyen yasa koyma—yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, bugün de, “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmektir”.
Başkan, “Topyekun, birlikte mücadele edelim” sözleriyle “muamelât-ı nasa dair ahkâm teşrî ve infazıyla”, görevinin sınırlarını aşmış olmakla eleştirilebilir. Çünkü TBMM bu alanlarda ‘yasaklayıcı’ kural koymayarak ‘pasif düzenleme’ yapmıştır. Diyanet İşleri Başkanı’nın bu sözleri—ben katılmasam da—yine de anlaşılabilir..
AMA, asıl sorunlu olan bir bürokratın sözlerine ilişkin eleştirilerin, velev ki eksik—hatta yanlış—olsun, hükümeti temsil eden kişiler tarafından “İslam'a saldırı”, ‘devlete saldırı’, “Dini değerleri aşağılama", “Allah'ın hükmüne dil uzatma”, “İslâm'ın kaidelerini sorgulama” olarak görülmesi VE adli süreç başlatılmasıdır.
Böylesi bir tutum, açıkça laikliğin reddi, Şer’i bir siyasi rejimin fiilen ilanı anlamındadır.
Bu yolla, dinle siyaset arasında ‘doğru bir ilişki’ kurmak mümkün değildir, hiç olmamıştır.!
“Allah’ın dinini tebliğ etme vazifesini [siyasi] taraftar toplamaya dönüştürmeyelim” diyor Görmez.
Bence haklıdır; yapmayalım, dönüştürmeyelim.!