İbrahim Turhan
Hem YEPyeni hem şakacı
Hazine ve Maliye Bakanı geçen hafta, yeni bir ekonomi programı sundu. AK Parti’nin iktidarının ilk yıllarında çıkardığı ve bence önemli bir yapısal reform olan 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasasında adı hâlâ “Orta Vadeli Program” olarak geçiyor. Ama Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçer geçmez ilk yapılan işlerden biri hem içerde hem dışarıda Türkiye ekonomisi ile ilgilenenler için önemli bir rehber niteliği taşıyan OVP’nin adını Yeni Ekonomi Programı (YEP) olarak değiştirmek olmuştu. Acaba ‘Yeni’ ekonomi yönetiminin AK Parti’nin geçmişini kabul etmekle ilgili sıkıntısı mı var?
Aslında bu rahatsızlık şaşırtıcı değil. OVP’nin amacı, geçmişte ciddi sorun olan bütçe dışı harcamaları önlemekti. Kamu maliyesine şeffaflık getiriyor, halkın parasını kullananları hesap vermeye zorunlu kılıyordu. Temmuz 2018’de iş başına gelen hükümetin politika yöntemleri ise çok farklı. Bu hususları gereksiz ayrıntılar, bürokratik ayak bağları olarak nitelendiriyor, hikmet-i hükümet icabı usule uymamayı doğal hakları görüyorlardı. Merkez Bankasının sadece bu yıl 60 milyar dolar rezervinin ne olduğunun bilinmediği, Kamu-Özel İşbirliği projeleri kapsamında vergi mükellefleri adına ne kadar taahhütte bulunulduğuna ilişkin bilginin ya da Cumhurbaşkanlığı Sarayının maliyetinin TBMM’de bile tam olarak ortaya çıkarılamadığı, Varlık Fonu aracılığıyla yapılan işlemlerin genel denetim usulünün dışında tutulduğu bir ortamda, mevcut yöneticilerin kurumsal yönetim ilkelerini (bütün taraflara adil davranmak, şeffaflık, hesap verme yükümlülüğü, çevreye ve topluma karşı duyarlılık bilinci) esas alan OVP’nin adını bile duymak istememesi anlaşılabilir.
Hükümet bu YEP’i çok ciddiye almıyor olsa gerek hazırlanmasından sunumuna kadar bir özensizlik hakim. Belki de tek ciddiye alınacak yönü bu yılın milli gelirin yüzde 5’i kadar bütçe açığı, yüzde 3,5’i kadar cari açıkla kapanacak olması. Endişe verici bir tablo bu; özellikle de önümüzdeki yıl için.
2021 tahminleri evlere şenlik. Durum bu kadar vahim olmasa, komedi olarak eğlencelik diye okunabilir. Ekonomi yönetimimiz hem yatırımları artıracak, faizi düşük tutacak, ekonomiyi yüzde 6’ya yakın büyütecek, hem TL reel olarak daha fazla değer kaybetmeyecek, hem de petrolü satmak için bir ara üstüne para verildiği, emtia fiyatlarının yerlerde süründüğü, ekonominin daraldığı 2020’dekinden daha düşük cari açık verilecek. Bütçe açığı ve cari açık milli gelirin yüzde 6,5’i kadar olacak, özel yatırımlar artacak, faiz düşük kalacak ama TL değerlenecek. Listeyi uzatmak mümkün ama gerek yok. Acaba şaka olabilir mi? Öyleyse söyleyelim, kötü bir şaka…
O zaman, öyle demeyecektiniz…
Ekonomi yönetimi son iki yıldır ileri sürdüğü bütün iddialardan, başarısızlıkları açıklamada kullandığı tezlerden geri dönünce iktidar sözcülüğünü yapan yarı-resmi basın bültenlerindeki yazarlar konuya açıklama getirme ihtiyacı hissetmiş olmalı. Meğer getirilen tedbirlerin hepsi geçici ve dönemselmiş. Üstelik bu husus zamanında belirtilmiş. Dolayısıyla şimdi çark edilmesini normalleşme olarak görmeliymişiz.
“Memleketin hayrınadır” deyip kabul edeceğiz etmesine ama bir tornistan daha yapılmayacağının garantisi yok ki. Bugün “canım ne var, normalleşme” tevilini yapan isimler, söz konusu önlemler alınırken ortalığı kasıp kavurmamış ve bunları “Türkiye’nin ekonomide bağımsızlık mücadelesi” şeklinde yansıtmamış olsalardı keşke, değil mi? Hatta daha ileri gidip swap yasağı, döviz vergisi, faizi artırmama inadı, bankalara ceza zoruyla uygulanan kredi verme dayatması gibi akıl dışılıkları iyi niyetle ve yapıcı bir dille eleştirenleri bile utanmadan “dış mihrakların işbirlikçiliği” ile suçlamak yerine “merak etmeyin bunlar hep geçici, dönemsel” deyiverselerdi zamanında.
“Faizin artmasına izin verildiğine göre faiz lobisine teslim mi olundu? Yabancıların TL erişimindeki yasaklar gevşetildiğine göre, finans baronlarına diz mi çöküldü? Döviz vergisi indirildiğine göre küresel finans çetesi karşısında geri adım mı atıldı?” diye soruyorsak bu iddiaların tamamı, zamanında yarı-resmi bültenlerde tehditkâr bir eda ile yayınlandığı içindir.
Sunumun ardından Hazine ve Maliye Bakanının; “kur benim için önemli değil, oraya bakmıyorum” dediğine ilişkin haberler de ayrıca rahatsızlık vermiş görünüyor. Öyle ya; ülkenin 120 milyar rezervini yaktıktan, kambiyo rejimini 1990 öncesine götürüp Tahtakale piyasasını yeniden canlandırdıktan, enerji ithalatına eşit altın ithalatı yapılmasına yol açtıktan, bütün bunları kuru belli seviyelerde savunmak için yaptıktan sonra bir yöneticinin, velev ki izah etmeye çalıştıkları anlamda olsun, “hiç bakmıyorum” sözünü bir yere oturtmak kolay değil. Sorumluluk ve düzgün kişilik sahibi bir insan, böyle bir durumda yüzü kızarmadan insan içine çıkamaz.
Yüksek faiz sarmalında ve aşırı değerli TL tercihi altında ithalat bağımlılığı iddiasının safsatadan ibaret olduğunu açıklamaktan dilimizde tüy bitti. Nasıl olduysa aşırı değerli TL ile ihracat 10 yılda beş katına çıktı! Halep oradaysa arşın burada; TCMB’nin hazırladığı Gelişmekte Olan Ülkeler Bazlı Reel Efektif Döviz Kurunun 2001 sonundaki ve 2011sonundaki değerlerine bakanlar her halde aşırı değerli TL demez artık. Döviz cinsi borçluluk yüzünden hem özel sektör hem son dönemde giderek daha fazla döviz ve altın cinsinden borçlanmak zorunda kalan kamu kesimi açısından kur artışının nasıl bir maliyet yükü getirdiğine ilişkin her halde bir şey söylemeye gerek yoktur. Sadece şunu hatırlatalım; kurda 9 aylık artışın yol açtığı zarar, 730 bin firmanın 2019 yılında gerçekleştirdiği toplam vergi öncesi kârdan yaklaşık 50 milyar TL daha fazla oldu. Bir başka deyişle ekonomi yönetiminin sorumsuz tavrı sebebiyle girişimcilerimizin bin bir emekle, alın teriyle ve büyük riskler alarak ürettikleri helal kazançları buharlaştırıldı.
İthal ikamesi yoluyla ithalatı düşürme hayalleri kuranlar, “belli bedelleri de ödeyeceğiz” derken Türkiye’nin ne ithal ettiğine, bunları içeride üretmenin ne kadar süre ve maliyet alacağına, kaynaklarımızı şimdi ithal etmekte olduğumuz düşük katma değerli yarı ürünleri içeride yandaşlara yüksek maliyetle ürettirmekte kullanacağımıza sanayi katma değerini artırmaya yöneltmemiz halinde nasıl bir sonuç alınacağına hiç baktı mı? Türkiye dış açık sorununu ithalatı azaltarak değil ihracatın katma değerini artırarak çözebilir.
Durum bu olduğuna göre biz de işi şakaya vuralım bari. Şehzade gün görsün, umur öğrensin diye, babasının arkadaşlarıyla birlikte ava gönderilir. Şehzadenin huyunu, hadsizliğini bildiği için hocası/mentoru konumundaki Lâlâ Paşa, bir densizlik yapmaması hususunda sıkı sıkıya tembihte bulunur. Ama huylu huyundan vazgeçmez ve şehzade durup dururken “bir ok attım kebap oldu” deyiverir. Geleceğin hükümdarı olması beklenen şehzadenin bu sözleri karşısında devlet erkânı şaşırır ve bu dengesiz tavrı yadırgar. Lâlâ Paşa hemen imdada yetişir ve “çok hayret verici bir hikâyedir; şehzademizle birlikte avdaydık, bir tavşan gördük, şehzade okunu attı, ok tavşanı delip geçti, tesadüf arkada çakmak taşı türünden bir taş varmış, çıkan kıvılcımla kuru yapraklar alev aldı ve tavşan oracıkta kebap oldu” diyerek zorlama da olsa bir tevil bulur, durumu kurtarmaya çalışır. Ortam tam sakinleşmişken, durumdan cesaret alan şehzadenin “bir ok attım zerde oldu” diye yaptığı işin üzerine tüy dikmesi karşısında Lâlâsı; “işte şimdi halt ettin, zira zırva tevil götürmez” demek zorunda kalır. İşleri bu tabii, anlayışla karşılamak lazım ama durumdan vazife çıkaran eski gazetecilere geçmişin hatırına hatırlatmış olalım.