Galip Umut Özdil
Gıda faşizmi
Mevcut tarım ve gıda üretim sitemleri ve işleme, tedarik, satış, imha ve atık yönetimi düzenleri iklim değişikliğinin sıcaklık, kuraklık ve seller gibi artan ve sıklaşan etkileri nedeniyle risk altında.
Bu durum şu anda ekonomik sorunlar ve pandemi nedeniyle toplumun gündeminin alt sıralarında olan yetersiz ve kalitesiz beslenme sorunlarını da tetikleyecek. Daha şimdiden her 3 kişiden biri sağlıklı beslenmek için yeterli olan gıdaya ulaşamıyor.
Küresel gıda fiyatlarındaki yükseliş hızının yavaşlamasını pandemi döneminde beklediği için artan tüketim talebindeki yükselişle birlikte düşündüğümüzde çok umutlu olmaya gerek yok.
İklim değişimi nedeniyle göç etmek zorunda kalacak insan sayısı, ithalata bağımlı olan düşük gelirli ülkelerden başlamak üzere milyarlarla ifade ediliyor. Doğal yaşam alanlarının azalması, diğer yerlerdeki nüfus yoğunluğunu artıracağı için salgın hastalıkların artmasını da içeren en ölümcül senaryoda ise 1 milyara yakın insanın hayatını kaybetmesi var.
Bilim bu uyarıları yapıyor ama uluslararası kamuoyunun sorunu bilmek ve anlamakla beraber yeterli ve gerekli tepkiyi verdiğini söylemek kolay değil. İklim değişikliği ile mücadelede hedeflerin belirlendiği ve ülkelerin bu konuda yapacaklarını belirleyen uluslararası ilk belgenin (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi -1992 ) imzalanmasının üzerinden 30 yıl geçti. Üzerine onlarca toplantı ve konferans yapıldı, anlaşma ve mutabakat imzalandı. Sonuç: Atmosfere bırakılan sera gazı miktarı artmaya devam ediyor.
Riskleri çok çeşitli senaryolara göre çeşitlendiren bilimsel çalışmalar riskleri öngörebilme kabiliyetinin tarım sektörünün gördüğü ve göreceği zararları hem azaltma hem de yeni düzene uyum sağlama hızını belirleyecek diyor. Ancak kabiliyete sahip olması gerekenlerin başında bu sorunlara karşı önlem alma iradesini gösterebilecek en başat güç olan hükûmetler geliyor.
İklim değişikliğinin tarım sektörüne etkilerini birbirine geçmiş olan ve sürekli değişen ekonomik, toplumsal ve politik süreçleri dâhil ederek değerlendirme ve önlemleri buna göre alma zorunluluğu hükümet ve şirketleri zora sokuyor. Dolayısıyla işin kolayına kaçılıyor.
Anthony Giddens, The Politics of Climate Change isimli kitabında bu durumu şöyle özetle söyle açıklıyor: İklim değişikliğinin etkileri günlük hayatta somut olarak görülmediği sürece toplum bekliyor. Yani soyut ve uzak olarak algılanan riskler, bu riskleri yok edecek önemler günlük konforu bozacağı için bilinçaltına itiliyor. Görünür olduğu zaman ise iş işten geçmiş oluyor.
Hükûmetler ise Giddens’in tezini desteklercesine halkın konforunu bozup tepki almamak, önlem bütçesi ayırmamak için iklim krizini hızlandıran ve sürdürülebilir olmayan kalkınma politikalarına devam ediyor. Ayrıca petrol ve kömüre dayalı küresel düzeni bozmanın da ne gereği var değil mi?
Bir kaynak var. Kimse sahibi değil, ama kullanma hakkı herkesin. Bu kaynağı korur musunuz? Yoksa ulusal/bireysel faydanızın ve çıkarlarınızın devamını hatta artmasını sağlamak için sonuna kadar tüketir misiniz? Bence ne yazık ki ikincisini tercih etmeye devam edeceğiz.
Risk doğal olarak değişimi de beraberinde getirecek deniliyor ya, o değişimin gerekli önlemleri almak anlamında kullanıldığı düşünen varsa yanılıyor.
Değişim gıda olarak tükettiklerimizin üretiminde olacak. Genetiği değiştirilmiş ürünlerin üretimini kısıtlayan düzenlemeler her geçen yıl gevşemeye devam edecek. Yapay ürünlerin üretimi şimdi çok maliyetli olabilir ama teknolojisi geliştikçe ucuzlayacak (ki her hafta yapay etin maliyetinin azaldığına ilişkin haberler geliyor) ve doğal ürünlerin yerini alacak.
Üretim ve ticarette ise gıda milliyetçiliği pandemi ile birlikte zaten başlamıştı, sırada gıda faşizmi var. Ama tahıl koridoru açıldı diyecekseniz, o enerji savaşlarının çok küçük bir unsuru sadece.