İbrahim Turhan
Gerçeklik mi, O da ne?
Nesnel gerçekliğin inkârı sadece felsefi/kelamî bir tartışma değil. Türkiye’de ekonomik zorluklarla mücadele eden milyonlarca dar gelirlinin, ne yapacağını bilemez hale düşen üreticilerin ve hatta sırtlarındaki borç yükü her gün beş, on milyar TL artmakta olan gelecek kuşakların gözünde yaşamsal bir sorun durumunda.
İslam’ın inanç esasları ile ilgili anlayışların, yöntemlerin ve yorumların meydana getirdiği sistemlere itikadî (kelâmî) mezhepler adı verilir. Bizim coğrafyamızda tarihsel olarak yaygın olan itikat mezhebi Maturidîliği sistemik biçimde tanımlayan en erken eserlerden biri, 11’inci yüzyılda kaleme alınan Nesefî Akâidi’dir. İtiraf etmeliyim ki ilk okuduğumda, İslam inancının temelleri olan Allah, peygamber, ahiret inancı gibi meseleler yerine bambaşka bir hüküm ile başlamasına şaşırmıştım. Ömer Nesefî’ye göre İslam inancının en temel ilkesi şuydu; “Varlıkların gerçekliği kesindir. Ve buna (varlıkların gerçekliğine) ilişkin bilgi doğrulanmıştır”. İslam dininin temel inancı, Aristoteles’in hocası Platon ile arasındaki varoluşsal tartışmada hangi tarafın haklı olduğuna ilişkin bir tercihti. Platon’un, somut varlıkların ötesinde başka ve aşkın bir nesnellik alanı olarak tanımladığı idealar âlemini reddeden Aristoteles, ancak ontolojik gerçekliği olan bir varlık zemininde anlama ve anlamlandırma çabasının anlamlı olduğuna hükmetmişti. Nesefî’nin, besmele ve hamdeleden sonra akait metninin en başına yazdığı hüküm işte buydu.
Gerçeklik ya da nesnel gerçeklik, anlaması ve tanımlaması zor, hatta ihtilaflı bir kavram. Bununla birlikte “insanlığın inanç ve düşünce tarihi gerçekliğin kavranmasından ve ifade edilmeye çalışılmasından ibarettir” dense yeridir. Kaçınılmaz olarak indirgemeci de olsa, nesnel gerçekliğin tanımlanması Homo sapiens türünü ortaya çıkaran iki milyon yıllık evrimin bize sunduğu en değerli armağanlardan biridir. Doğayı ve doğal durumu önce anlamamızı sonra da istediğimiz biçimde yönlendirmemizi mümkün kılan, çevremizdeki olguları anlamlandırma, birbirleriyle ilişkilendirme, olgular ve oluşlar arasında nedensellik gibi bağıntılar kurgulama, böylece bir örüntü inşa edebilme becerimiz oldu.
Örüntünün nesilden nesle aktarılabilmesi bir anlatıya dönüştürülmesini gerektiriyordu. Mitoloji, felsefe, sanat ve nihayet bilim, nesnel gerçekliğe ilişkin örüntünün kurgulanması, sonra da anlatının aktarılması için kullandığımız yöntemlerdir. Farklı araçları ve yöntemleri kullanarak gerçeğe ya da gerçeğin insan algısına yansımasına erişebilme, gerçekliğin belli yönlerini, belirlenmiş bir kapsamda izah ve ifade edebilme çabası insanı insan yapan ayırt edici niteliklerdendir. Bu bağlamda, din, felsefe, sanat ve bilimin her biri farklı varsayımlarla ve bakış açılarıyla gerçeğe dokunmaya çalıştığını savunmak mümkündür.
Yönetim ve Zihniyet Krizi
Türkiye, son kırk yıllık dönemin en derin krizlerinden birini yaşıyor. Son aylarda bu krizin ekonomiyi etkileyen yüzü ile daha fazla karşılaşıyor olsak da son beş yıla baktığımızda sorunun daha kapsamlı, köklerinin daha derinde olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu kriz bir yönetim ve daha da temelde bir zihniyet krizidir. Bu yönetim ve zihniyet krizinin siyasal yansımaları, hukuksal/yargısal yansımaları, toplumsal ve kültürel yansımaları, kentsel ve çevresel yansımaları, sağlık ve eğitim alanlarında yansımaları ve nihayet ekonomik yansımaları var. İktidarın büyük ortağı Adalet ve Kalkınma (AK) Partisi’nin geçirdiği dehşet verici başkalaşım, Türkiye’nin idari yapısının fiilen bir parti devletini andırıyor olması, tarihin mezarlığına gömüldüğünü sandığımız siyasal parti kapatma, 1990’ların güvenlik eksenli politikalarına dönme gibi uygulamaları hortlaması ve bu politikaların kaçınılmaz olarak getirdiği kirli ilişkilerin siyasal alanı zehirlemesi, krizin siyasal yansımalarına örnek verilebilir. İnsan haklarının ve temel özgürlüklerin hoyratça örselenmesi, yargı bağımsızlığının fiilen anlamını yitirmesi, Anayasa’nın ve Anayasa Mahkemesinin hukuki kararlarının uygulanmaması gibi artık sıradanlaşan durumlar ise krizin hukuksal/yargısal yansımalarıdır. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, cinsiyet ayrımcılığının, nefret dilinin, sivil şiddetin, komplo teorisi saplantısının bir salgın gibi toplumsal yaşamı kasıp kavurması, basın yayın organlarının görüntüsü yine aynı krizin toplumsal izdüşümleridir. Kentsel ve doğal çevrede karşılaşılan her sorunun hızla krize dönüş(türül)mesi, sonra da sanki bu tür bir krizle ilk kez karşılaşılıyormuşçasına ‘kafası kopuk tavuk’ gibi anlamsızca oradan oraya koşturan kamu görevlilerinin manzarası da aynı çerçevede değerlendirilmelidir.
Gelelim Ekonomiye
Toplumsal alanın doğa bilimlerine ve matematiğe en yakın alanı olduğundan olsa gerek, zihniyet ve yönetim krizinin ekonomideki yansımaları çok daha çarpıcı oluyor. Bunları birkaç kategoride değerlendirmek mümkün. Bunların en önemlisi olarak, olgusal gerçekliğin inkârını ve karar alma süreçlerine bunun yerine kurgusal gerçekliğin temel alınmasını saymak gerekir. Bilindiği gibi Türkiye, yirmi yıldır AK Partisi tarafından yönetiliyor. Bu dönemin önemli bir kısmında ekonomi yönetimi; dışa açık serbest piyasa ekonomisi ilkelerini esas aldı. Bu ilkeler parti programında belki biraz daha muğlak ama AK Partisi’nin kurduğu hükümetlerin programlarında çok açık ve köşeli ifadelerle yer aldı. İzlenen politikalar sayesinde ekonomide öngörülebilirlik sağlandıkça hem dışarıdan sermaye akışı hem içeride yatırımlar arttı. Daha verimli bir üretim, değer kazanan Türk lirasına (TL) karşın artan ve çeşitlenen ihracat, yüksek büyüme ve kişi başına gelir artışı kaydedildi. Sonra ne olduysa (bu konu başlı başına ve bir değil bir dizi yazı konusu) keskin bir dönüş yaşandı. Aslında bu, bir ölçüde anlaşılabilir. Siyasal iktidarların öncelikleri, tercihleri değişebilir ya da politikalarda değişen dış konjonktüre uygun kökten uyarlamalar yapmak gerekebilir. Sorun şu ki bizim durumumuzda siyasal iktidar bunların hiçbirini söz konusu etmiyor. Bu çerçevede açıklamalar yerine George Orwell’in ünlü distopik romanı 1984’tekine benzer biçimde tarihin ve gerçekliğin yeniden inşa edildiğine tanık oluyoruz.
İki örnekle açıklamaya çalışayım. Birincisi, Türkiye’nin ekonomide yaşadığı sorunların genellikle “dış güçler” olarak adlandırılan, bazı durumlarda daha belirleyici tanımlamalarla “küresel ekonomi baronları” ya da “Londra finans çetesi” olarak da ifade edilen güç odaklarının planlı saldırılarının sonucu olduğu yargısı. Bu arada söz konusu edilen aynı yatırım çevrelerinin, yine aynı iktidar döneminde neden Türkiye’ye onca sermaye girişi sağladığı sorusu havada kalıyor. Çok eskiye gitmeye gerek yok; 2017 yılı sonunda Türkiye’nin dünyanın geri kalanından sağladığı ve büyümesine motor yaptığı finansal kaynak stoku yarım trilyon dolara yakındı. Unutmayalım ki bahsettiğim veri, Gezi protestoları, 17-25 Aralık kumpası, 15 Temmuz kalkışması ve hatta Anayasa değişikliği referandumundan sonraki bir döneme ait. Türkiye ekonomisinin yakın dönemdeki zirve çağı kabul edilen 2013 yılı birinci çeyreği sonu ile 2017 yılı sonunda net uluslararası yatırım pozisyonunun eşit olduğunu söyleyeyim, siz anlayın.
İkinci örnek; bugün bütün bir toplumun ağır çekim tren kazası yaşar gibi dehşet içinde deneyimlediği kur krizinin temelinde yatan faiz takıntısı. Konunun “nas ortada” yönünü bir taraf bırakıyorum. İlgilenenler bu konu ile ilgili Serbestiyet’te yayımlanan mülakatıma bakabilirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz karşıtı söyleminde ve eylemlerinde belirleyici olan daha seküler bir gerekçe, yüksek faizin yatırımları önlediği, büyümenin ve istihdamın düşmanı olduğudur. Erdoğan bu düşüncesini; “Faize dayalı anlayış̧ yerine yatırım, istihdam, üretim ve ihracat temelli yeni bir ekonomi modeliyle kalkınmayı, refahı, gelir adaletini ve sürdürülebilir büyümeyi daha iyi hayata geçireceğimize inanıyoruz” ve benzeri sözlerle son dönemde defalarca vurguladı. Hatta bir diğer konuşmasında doğrudan TÜSİAD’ı hedef alarak eleştirinin tonunu sertleştirdi; “Biz iş adamlarına diyoruz ki, sen düşük faizle kredi istiyordun. Al, niye almıyorsun? Bu iş adamlarını anlamıyorum. TÜSİAD’ı, vesairesi yüksek faizden bahsediyor. Siz nasıl insansınız? Sen iş adamıysan, yatırımdan yanaysan işte size kredi! Alın krediyi ve yatırımı yapın.” Somut veriler ve yaşanan gerçeklik ise bununla uyumlu değil. 2003-2013 arasında AK Partisi’nin iktidarda olduğu ilk on yıllık dönemde, Cumhurbaşkanının yakındığı yüksek reel faize karşın yatırımların reel olarak üç buçuk kat artış kaydettiğini görüyoruz. Oysa eksi reel faizin dayatıldığı sonraki dokuz yıllık dönemde reel artış yüzde yirmi (0,2 kat) bile değil!.
Ama ne gâm!.. Önemli olan nesnel olgusal gerçeklik değil yöneticilerin zihinlerinde oluşturdukları kurgusal gerçeklik. Nasrettin Hoca’nın kendisinden ısrarla ip isteyen komşusunu başından savmak için, “İpe un serdim, veremem” demesi üzerine komşusu; “Aman Hocam, o da ne demek? Hiç ipe un serilir mi?” deyince Hocamızın; “Vermeye gönül olmayınca ipe un da serilir, iğne deliğinden kervan da geçirilir” şeklindeki mukabelesini andıran bir tavır.
O kurgusal gerçeklikte faiz yatırımları önlüyor, dış güçler Erdoğan’a çelme takmak için operasyon üstüne operasyon yapıyor. Türkiye ekonomisinin süreğen ve yapısal tasarruf açığının bir önemi yok, biz faizi keyfimize göre talimatla düşürürüz. Bu arada Merkez Bankası sadece bankalar ile arasındaki işlemlerde geçerli olan kısa vadeli faizi düşürdükçe ekonominin geneli açısından daha önemli olan Hazine’nin piyasadan borçlanma faizlerinin artıyor olması nesnel gerçeğinin de anlamı olmasını beklemiyoruz doğal olarak. Perspektif yazarlarından Taha Özhan’ın, aynı vahim durumun uluslararası ilişkiler alanındaki yansımasını özetlemek için kullandığı “Türkiye’nin dış politika vizyonu; üyesi olmadığı Avrupa Birliği’nden çıkıp, örgütsel sahici bir varlığı olmayan Şanghay Beşlisi’ne girmek” ifadesindekine benzeyen fantastik bir resim ile karşı karşıyayız.
Yazının girişinde okurları bıktırma pahasına değindiğim nesnel gerçekliğin hakikiliği bahsinin nedeni anlaşılmıştır sanırım. Nesnel gerçekliğin inkârı sadece felsefi/kelamî bir tartışma değil. Türkiye’de ekonomik zorluklarla mücadele eden milyonlarca dar gelirlinin, ne yapacağını bilemez hale düşen üreticilerin ve hatta sırtlarındaki borç yükü her gün beş, on milyar TL artmakta olan gelecek kuşakların gözünde yaşamsal bir sorun durumunda. Konuyu Nesefî akaidine bağlamamın sebebini de sanırım tahmin ediyorsunuzdur. “Maturidî akaidinin hükmüymüş, nas ortada” dersek bir umut belki etkili olur diye düşündüm.
Anladık, kurgusal gerçeklikte yaşamayı yeğleyen bir hükümetimiz var. Hiç olmazsa bu bunaltıcı Kafkaesk (Kafkavari) gerçekliği değil kripto varlıkların artırılmış gerçeklik evrenindeki Metaverse dünyasını seçselerdi. Kim bilir, belki orada şansımız daha yaver giderdi?