“Dijitalle birlikte gerçeklikten fazlaca uzaklaştığımızı hissediyorum”

Yönetmen, yapımcı, senarist Nihan Belgin’in “Karanlık Kutunun Doğu Serüveni” adlı belgeseli, fotoğrafın icadının ardından Osmanlı İmparatorluğu’ndaki fotografik ilgiye objektifini çevirerek, fotoğrafın günümüze kadar olan serüvenini ve “dijitalleşmenin” fotoğraf üzerindeki etkisini anlatıyor.

Öncelikle bizde fotoğrafçılıkla ilgili hayli kafa karışıklığına sebep olan bir durum olduğunu düşünüyorum. Foto muhabirlerini saymazsak; fotoğraf sanatçısı”nın ne olduğu, ne yaptığı konusunda net bir fikre sahip değiliz sanırım. Kimdir fotoğraf sanatçısı?

Fotoğraf sanatçısı bir anlatım peşinde olan ve estetik kaygılarla deklanşöre basan kişidir bana göre.

Senin fotoğrafa ilgin nasıl başladı?

Çok çok küçük yaşlarda sinema ve müzik vardı hayatımda. Ortaokul yıllarımda fotoğraf da ilgimi çekmeye başladı ve o dönem bir süre ilgilendim fotoğrafla. Zenit analog bir makinem vardı, onunla siyah-beyaz fotoğraf denemelerim olmuştu. Hiçbir zaman gerçeğe dönüştüremediğim karanlık oda kurma fikrim de yine o zamanın hayallerinden…

"Karanlık Kutunun Doğu Serüveni” nasıl ortaya çıktı?

Dediğim gibi fotoğrafa olan özel ilgim çocukluğumun bir döneminde kalmıştı. Bir yandan dijitalin bu kadar gelişmesi de bunda alttan alta bir etken olabilir. Bir şey fazla “popüler” olunca ve herkes bunu yapar hale gelince ben kaçıyorum galiba. Ayrıca oldukça analog seven bir insanım. Bu noktada dijitalin geldiği durum beni çoğu zaman düşündürüyor hatta rahatsız ediyor. O yüzden bu rahatsızlığı bir şekilde anlatmalıydım. Bir de fotoğrafa dair bende iz bırakan sahaf kutularından bahsetmem gerek. Sahaflarda karşılaştığımız şu an hayatta olmayan insanların fotoğrafları vardır. Ben onları elimde tuttuğumda, o fotoğraflara baktığımda çok tuhaf hissederim. O insanların hikâyeleri geçer kafamdan. Eminim o fotoğrafları bir ekrandan görsem beni aynı derecede etkilemez. İşte aslında bütün bu dağınık yaşanmışlıklarımı / fikirleri birleştirmeye başladığımda fotoğrafla ilgili bir proje fikri doğdu ve “Karanlık Kutunun Doğu Serüveni” ortaya çıktı.

Filmde çok geniş bir sözlü ve görsel arşiv var. Nasıl bir hazırlık sürecinden geçtin?

Birçok kaynaktan okuma yaparak ve dönemin arşivlerine dalarak senaryoyu yazdım. Yaklaşık bir buçuk yıllık, biraz zorlu bir süreçti. Fotoğrafın icadı 1800’lere dayandığından muğlak bazı bilgiler var elbette, onları belli bir süzgeçten geçirip bir kurguya oturtmak gerekiyordu. Senaryonun ilk taslağını tamamladığımda Kamil Fırat’la bir araya geldik. Onunla yaptığımız konuşmalar üzerine tekrar senaryoya oturup finalize ettim.

II. Abdülhamidin o meşhur Avrupa gezisinden sonra fotoğraf bu topraklarda bir kırılma anı yaşıyor ve –sarayda diyelim- bir hayli önem kazanıyor. Otuz binin üzerinde fotoğrafın olduğu bir arşivden söz ediyorsunuz filmde. Yabancıların İstanbula fotoğraf çekmek için gelmeleri vs. O dönemin şartlarını da göz önünde bulundurduğumuzda fotoğraf, Osmanlı sınırları içinde II. Abdülhamidin kişisel merakından çok daha fazla anlam taşıyor değil mi?

Aslında fotoğrafın bulunuşu 1839’da ilan edildikten çok kısa bir süre sonra Osmanlı coğrafyası da fotoğrafla tanışıyor. Bu da Abdülmecid zamanına denk geliyor. Sonrasında tahta çıkan Abdülaziz döneminde de fotografik faaliyetler oluyor. Böylece II. Abdülhamid henüz şehzadeyken fotoğrafla tanışıyor. Tahta geçtiğindeyse fotoğrafı imparatorluğu yönetmede bir araç olarak kullanıyor. Haliyle fotoğrafın yayılmasının önünü açmış oluyor. Fakat elbette fotoğraf yalnızca II. Abdülhamid’in merakından çok öteye geçiyor. Çünkü dönemi için inanılmaz bir buluş. İnsanlar portrelerini çektiriyorlar, mektuplarla birlikte birbirlerine fotoğraflarını gönderiyorlar. Sırf fotoğraf çekmek için seyahatler başlıyor. Fotoğrafın icadı ressamlara bambaşka bir kapı açıyor. Savaş fotoğrafçılığı yine o dönemde ön planda ve hikâye casusluk için çekilen fotoğraflara kadar uzanıyor. Burada bu kadarından bahsedeyim gerisini filmde anlatıyoruz zaten.

Filmin henüz başında fotoğrafla ilgili herhalde en bilinen tanım tersine çevriliyor: Anı durdurmuyoruz, anı öldürüyoruz.” Bunu biraz açabilir misin?

Günümüzde fotoğraf hayatımızın bir parçası haline geldi. Artık bir şeyleri deneyimlemek yerine fotoğrafını çekiyoruz. Bence bu içinde sıkıştığımız oldukça saçma bir durum. Yani bir sergiye gidiyoruz fotoğraf çekiyoruz, konsere gidiyoruz konseri elimizdeki ekrandan izliyoruz. Bu da elbette içinde bulunduğumuz anı öldürüyor. Analog fotoğraf çekerken vizörden gerçeğe bakarak deklanşöre basıyor ve yine fotoğraf çektiğimiz anın içinde kalabiliyorduk. Çektiğimiz kareye tekrar dönüp bakma imkanımız yoktu. Fakat dijitalde çektiğimiz fotoğrafa anında bakabiliyoruz ve baktığımız şey bir görüntü, yani gerçek değil. İşte bu da o anın gerçekliğinden koparan bir şey.

Jean Baudrillard’ın simülasyonuna değinilen bir kısım var. O kitap 80lerin başında yazılmıştı ama dijital çağ” olarak adlandırdığımız ve epey bir süredir de içinde bulunduğumuz dönemle birlikte Baudrillard haklı çıktı galiba. Sen neler söylemek istersin?

Ben bu filmde, fotoğrafın icadı, Osmanlı topraklarındaki ilk fotografik gelişmeler ve günümüzde geldiği nokta üzerinden bir gerçeklik sorgusu yapmak istedim. Çünkü dijitalle birlikte gerçeklikten fazlaca uzaklaştığımızı hissediyorum. Gerçek olmayan imajlar hatta kavramlar etrafımızı sarmış durumda. Yani konu fotoğrafla da sınırlı değil. Baudrillard da haklı çıkmış gibi görünüyor. O kadar tuhaf şeyler yaşıyoruz ki, yarın bütün bunlar aslında simülasyonun bir parçasıydı, insan psikolojisini incelemek için yapıldı dense hiç şaşırmam.

Yine bu dijital çağ”ın getirisiyle beraber hepimiz her ne kadar birer fotoğrafçı” olsak da merakımız –sanat eseri olsun, olmasın- fotoğrafı çekene değil, çekilene kayıyor. Bir kitabı okuduğumuzda yazarına bakarız, filmin oyuncusuna, yönetmenine, tiyatronun onun keza… Bu anlamda fotoğraf diğer sanatlardan ayrılıyor diye düşünüyorum. Katılır mısın bu görüşüme?

Günlük olarak önümüze düşen fotoğraflarda belki çekeni merak etmiyoruz. Hele ki sosyal medyada en çok beğeniyi içinde kendimizin olduğu fotoğraflar alıyor. Bu anlamda belki dediğin gibi fotoğraftaki nesne ya da kişi öne çıkıyor. “Bunu acaba kim çekmiştir?” demiyoruz. Ama yine de “credit” verme geleneği hâlâ var. Sanat tarafına baktığımızdaysa kimin çektiğiyle ilgileniyoruz diye düşünüyorum. Yani ilgilenmeyen, zaten “fotoğraf sanatıyla” hiç ilgilenmiyordur herhalde. Yine de dediğin, belki anlık olarak önümüze düşen sanatsal fotoğraflarda geçerli olabilir. O an bakıyoruz ve kaydırıyoruz. Arkasını da fazla irdelemiyoruz.

Son olarak filmin bir dijital platformda gösterime girme durumu var sanırım. Seyirciyle buluşması nasıl olacak?

Filmin öncelikle yurtiçi ve yurtdışında festival gösterimleri olacak. Ki ilki geçen ay İstanbul’da gerçekleşti. Sonrasında dijital platformlarda izleyiciyle buluşacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi