Galip Umut Özdil
Cambaza bak
Küreselleşmenin dünyayı sadece ticari sayısal verilerle değerlendirdiği dünyamızda kapitalizm, tarımsal ürünler ile gıdanın üretim ve tüketimine yeni kurallar koymaya devam ediyor.
Pandemi dönemi ile gündeme gelen yeni dünya ve ticaret düzeninin ana aktörünün, tarım ve gıda sektörleri olacağı kesin. Bu düzen, ürün ve girdi üretim ve piyasalarının az sayıda küresel firma tarafından kontrol edilmesine yol açıyor.
Dünyada pazar payları açısından tarımsal ürün ticareti ile gıda ve içecek işleme sektörünün yüzde 90’ı, veteriner ilaçları sektörünün yüzde 75’i, tohum sektörünün yüzde 70’i ve tarım makineleri sektörünün yüzde 65’i sadece 10 küresel firmanın kontrolü altında. Bitki koruma ürünlerinde ise 5 firma pazarın yüzde 84’üne hükmediyor.
Bu yapı, bir yandan 50 yıl önce uygulanmaya başlanan kırsal yaşamın devamlılığını ve çiftçi gelirlerini, en azından sabit tutmayı amaçlayan sosyal ve ekonomik politikalardan vazgeçilmesi sonucunu doğururken diğer yandan ekonomik anlamda küçük üreticiler üzerinde baskıya neden oluyor.
Köylü bir anlamda ‘’üretici’’ olarak ekonomik kimliğini yitirmeye başlıyor.
Pandeminin gıda güvenliğine yönelik yeni tehditler ortaya çıkarması ve her ülkenin ‘‘kendine yetebilmeyi’’ amaç edinmesi, güçlü ülkelerin tarımsal üretime ve çiftçiye ek paketlerle destek vermesini sağladı. Bazı ülkeler ise yine yurt içi gıda enflasyonunu durdurmak için ihracatı sınırladı veya vergiler koydu, ihtiyaçlarının ötesinde stok yapmaya başladı ancak bu önlemler kapitalizmin kurmaya çalıştığı düzenin değişmeye başladığını göstermiyor tabii ki. Pandemi nedeniyle yukarıda saydığımız önlemleri alabilenler zaten bu düzeni kurarak zengin olmuş ülkeler.
Ayrıca üretici ve ihracatçı ülke sayısının az, ithalatçı ülke sayısının çok olması ve bu durumun ürün fiyatlarının doğal olmayan şekilde dalgalanmasını kolaylaştırması bu vahşi sistemi besleyen başka bir unsur.
Bize ne vaat edilmişti?
Devletin sistemden çıkıp, büyük sermayenin piyasaya girmesiyle uluslararası rekabet ortaya çıkacak, fiyatlar arz- talep dengesine göre ve doğru oluşacak, tarımsal teknolojinin gelişimi eşit imkânlar sağlayacak ve verimlilik artacak, böylelikle üretici ve tüketici refahı yükselecekti. Reçete özetle buydu.
Peki her ülkenin özel sermayesi, devletlerin çıkacağı alanları doldurmaya yeterli miydi?
Devletlerin verdiği finansal olanakları, aynı hız ve koşullarda sağlayabilecekler miydi?
Sermaye, sosyal boyutları da olan köylülüğü, çiftçiliği tanıyor muydu?
Yoksa bu reçeteyi dayatanlar, reçetede yazan ilacın ‘’çiftlik holdinglere’’ yarayacağını, küçük üreticilerin varlıklarını tehdit edeceğini biliyorlar mıydı?
2007-2008 gıda krizinde temel tarımsal ürünlerde üretim artışı nüfus artışından fazlaydı. Bugün yaşadığımız küresel salgın sürecinde bile tarım ürünlerinin üretiminde dünya genelinde bir sorun görünmüyor hatta çoğu üründe üretim artışı, tahıllarda ise rekor bekleniyor. Buna rağmen küresel gıda fiyatları son 10 yılın zirvesini görüyor.
Peki ne oluyor?
Büyük oranda ‘’piyasalaşan’’ tarımsal üretim ve ticaret, uluslararası şirketlerin ‘’Ne yaparsan yap daha çok üret, daha yüksek fiyattan daha çok sat’’ mantığı ile birleşiyor, birbirlerini tetikliyor, çiftlik değil ürün fabrikaları diyebileceğimiz yapıları oluşturup finansal destek araçlarını ve yüksek teknoloji olanaklarını bu yapılara yönlendiriyor.
Verecek teminatı, göstereceği ipoteği olmayan sezonluk bile değil günlük sermayeli çiftçiler ise artan maliyetler karşısında rekabet şanlarını kaybediyor, bırakın hedef pazarlarını semt pazarlarına bile ulaşamıyor.
Bu durumda çiftçilerin sadece iki seçenekleri kalıyor; ya -doğru uygulanmazsa- aynı küresel sistemin parçası olan sözleşmeli tarım modeline geçmek zorunda kalıyorlar ya da topraklarını ‘’sektöre’’ satıp yok olup gidiyorlar.