İbrahim Turhan
Büyüme mi enflasyon mu?
2020 yılının üçüncü çeyreğine, Temmuz-Ağustos-Eylül dönemine ilişkin büyüme verisi açıklandı. Buna göre yılın bu üç aylık döneminde Türkiye ekonomisi, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6,7 büyüme kaydetmiş görünüyor. Aslında büyüme daha fazla oldu. Üçüncü çeyrekte Türkiye’de 1 trilyon 419 milyar 483 milyon liralık katma değer üretildi. Bu miktar geçen yıla göre yüzde 22,5’lik artışa karşılık geliyor. Peki ne oldu güzelim büyümenin 15 puanlık kısmına?
Enflasyon oldu… Geçen yıldan bu yıla gerçekleşen 261,4 milyar lira katma değer artışının önemli bir kısmı üretilen malların ve hizmetlerin fiyatlarındaki artıştan kaynaklandı. Yani ekonomi büyümedi, şişti. Zaten bu yüzden bu duruma Batı dillerinde ‘şişme’ anlamına gelen enflasyon deniyor. Üretimde gerçek anlamdaki artış ise sadece yüzde 6,7 oranıyla sınırlı kaldı.
Fiyatların bir miktar artması aslında çok kötü değil. Hatta kararında tutmak ve kontrolü kaybetmemek kaydıyla faydalı bile oluyor. Fiyatların sürekli düştüğü durumlara enflasyonun zıt anlamlısı ‘deflasyon’ adı veriliyor ve ekonomideki en büyük belalardan biri olarak görülüyor. Zira fiyatların gelecekte düşeceğini düşünenler harcamalarını sürekli erteliyor. Üreticiler açısından da fiyatların düşeceği bir ortamda üretim yapmak cazip olmuyor. Hem harcamalar hem üretim düşünce işsizlik artıyor, gelirler düşüyor. Böyle olunca da hem tüketim harcamaları biraz daha azalıyor hem gelecekteki üretimi sağlayacak yatırım harcamaları düşüyor.
Kararında enflasyonun iktisat bilimindeki adı fiyat istikrarı. Fiyatlardaki değişimin bugün vereceğiniz kararları etkilemeyecek düzeyde olması olarak tanımlanıyor. Üreticiler de tüketiciler de “caba gelecekte fiyatlar ne olacak” sorusunu sormaya ihtiyaç duymuyorsa sorun yok. Bu ise teknik olarak yıllık yüzde 2 civarında bir fiyat artışına karşılık geliyor.
Büyük Buhranın ortalığı kasıp kavurduğu, Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni yazdığı dönemlerde İngiliz iktisatçı Keynes işsizliği düşürmek için tüketim talebini devlet eliyle kışkırtmak gerekebileceğini, bu durumda yaşanacak enflasyonun geçici bir bedel olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Avusturya İktisat Okulunun efsanevi ismi von Hayek ise işsizlik ile enflasyon arasında bir ödünleşme olsa bile ödenmesi gereken bedelin bir süre işsizliğe katlanmak olması gerektiğini öne sürerek buna şiddetle karşı çıkıyordu. Keynes’in takipçilerinden Yeni Zelandalı istatistikçi ve ekonomist William Phillips, 1958 yılında (daha sonra kendi adıyla anılacak) enflasyon ile işsizlik arasındaki ödünleşmeyi bir modelle ortaya koydu: Philips eğrisi…
Phillips eğrisinin enflasyon ve işsizlik arasındaki ilişkiye ilişkin tezi; bir ülkede enflasyon oranları yükselirken işsizliğin azalacağı ya da tam tersi, enflasyon düşerse işsizliğin artacağı şeklindeydi. İstihdam, büyümenin sonucu olduğu için zamanla işsizlik yerine büyüme de kullanılmaya başladı. Sonuçta “büyümeyi artırmak için biraz enflasyon gerekir” şeklinde özetlenebilecek tez iktisat politikalarının bir kabulü haline geldi.
1960’ların sonunda önce Phelps ve ardından Monetarist Okuldan Friedman, , birbirlerinden bağımsız olarak, modele beklentileri de dâhil etti. Yani insanları enflasyon yoluyla rakamları şişirerek kandırmanın mümkün olmadığını, enflasyon beklentisi oluştuğu anda herkesin durumunu buna göre ayarlayacağını söylüyorlardı. Dün açıklanan veriye bakıp “yaşasın!.. ekonomi yüzde 22,5 büyümüş” demediğimize göre haksız da sayılmazlar.
Bizim gibi ülkelerde ise durum bir hayli farklı. Uzun süre yüksek enflasyon yaşamış ekonomilerde enflasyon direnci oluşuyor. Fiyatlar artacak düşüncesiyle ele geçirilen para harcanıyor, böylece enflasyon kendi kendini besleyen kısır bir döngü haline geliyor. Enflasyon ise ekonomiyi tahrip eden bir virüs. Bir kere insanların ceplerindeki parayı fark ettirmeden eritiyor. Bu yönüyle hırsızlıktan farkı yok. Ceplerindeki paranın durduğu yerde eridiğini görenler yerli parayı bırakıp yabancı parayla iş yapmaya, birikimlerini yabancı parada tutmaya başlıyor. Bu da başka felaketleri getiriyor. Enflasyon, harcama eğilimi yüksek dar gelirli kesimleri daha fazla etkiliyor, gelir adaletsizliğini kötüleştiriyor. Enflasyon daha fazla para basılması demek olduğundan ve parayı basan Merkez Bankası elde ettiği kârı Hazineye aktardığı için de kanunsuz vergi toplamak anlamına geliyor. Geleceği görmeyi zorlaştırdığı için yatırımın düşmanı. Üstelik verimsizliklerin de üstünü örterek büyümeye zarar veriyor. İş yaşamında ödeme ahlakını bozarak iş ortamını olumsuz etkilediğini de unutmayalım. Bağımlılık yaratan kötü alışkanlık gibi. Yani nereden baksanız zarar, nereden baksanız ziyan.
Üstelik büyümeyi artırdığı da bir şehir efsanesi. Yazıdaki grafik, son 40 yıllık dönemde Türkiye’de enflasyon ile büyüme arasındaki ilişkinin sanılanın tam tersi yönde olduğunu gösteriyor. Daha yüksek enflasyon daha düşük büyüme demek. Önümüzdeki yıl ne yazık ki karşı karşıya kalacağımız en büyük açmaz bu olacağa benziyor. Bu konuyu bir başka yazımızda ayrıntısıyla inceleyelim.
Yıllardır yaşamımızın parçası haline gelmiş, ekonomimizi 1980’li yılların başında çıkardığı “Cafer Ortadirek” adlı kasette Hurşit Yenigün enflasyona şöyle seslenmişti: “Ah enflasyon enflasyon, canavarasyon!.. Ben seni aşağı çekemasyon, enflasyon!..”