Haldun Solmaztürk
“Bu adamın yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.!”
20 Aralık 1914…
Yüz yedi yıl önce bugün Osmanlı 3. Ordusu birlikleri Sarıkamış’ı ele geçirmek ve Rus ordusunu imha etmek üzere üç koldan Oltu’ya, Bardız’a ve Pasinler’den Horasan’a ilerliyorlardı.
Enver Paşa’nın emriyle, Ruslar 11. Kor. ile cepheden tespit edilirken, 9. Kor. ve 10. Kor. ile kuzeyden—dağlık araziden—taarruzla Rus ordusu çevrilecek, Sarıkamış ele geçirilecektir.
Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa’nın kurmaylık hocasıdır. “Etrafı görüyorsunuz. Kış, kar başlamıştır. Bu şartlarda harekat iyi netice vermez. Kış şiddetini kaybetsin, yollar harekete müsait olsun” der ama dinletemez. Enver Paşa hiddetlenir, Paşa’yı görevden alır, hatta “Eğer hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim” der. Ordunun komutasını kendisi üstlenir. Kritik görevdeki 10. Kor.’ya da İstanbul’dan getirdiği ‘arkadaşı’ Albay Hafız Hakkı’yı komutan atar.
Aslında, Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “Sıfır altında 25 derecede, 1-1,5 metre karda, fırtınalı, tipili, yolvermez dağlarda, üç saatte, beş saatte imha edilecek düşman kuvvetleri, günde 30 kilometre yol alınarak varılacak Kars yaylası hesapları, hep akıl almaz, hayali şeylerdi”.
Atatürk “Mektebi asli kıtadır” der, yani komutanlık kıtalara fiilen emir komuta etmekle öğrenilir. Ama, ne Enver ne de Hafız Hakkı daha önce bir ‘alaya’ bile komuta etmemişlerdir.
Enver Paşa çok genç yaşta hiç hazır olmadığı ve hiçbir zaman da hazır olamayacağı makamlara geldi. 1913 başında yarbaydı, Babıali Baskını sonrası albay, 19 gün sonra da ‘paşa’ yapıldı. Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Erkanıharbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) olduğunda henüz 33 yaşındaydı. Kararlılığı, ataklığı, yetenekleri onu İttihat ve Terakki içinde bir ‘siyasetçi’ olarak yükseltti ama ne iyi bir ‘asker’ ne de iyi bir ‘devlet adamı’ olabildi.
Sarıkamış’ta muharebeler iki hafta içinde kaybedilir. Ordunun muharip gücü 90,000’den 10,000’e düşmüştür. Enver Paşa, Hafız Hakkı’yı ‘paşa’ ve 3. Ordu Komutanı yapar, kendisi İstanbul’a döner. Hafız Hakkı da bir ay sonra tifüsten hayatını kaybeder—henüz 36 yaşındadır.
Mustafa Kemal, Sarıkamış felaketinden hemen sonra, 1915 yılı başlarında Sofya’dan İstanbul’a gelir, aktif görev ister. Enver Paşa’yı ‘zayıf, rengi solgun’ bulur, “Ne oldu?” diye sorar. Enver “Çarpıştık, o kadar. Şimdi vaziyet çok iyidir” der. Halbuki vaziyet hiç de iyi değildir.
Cemal Paşa’ya göre, “Enver’in kıta hizmeti görmemiş olması bir felaketti”. Ama keşke tüm eksiği, zafiyeti o kadar olsaydı.!
Sınıf arkadaşı—zamanın 3. Ordu Kurmay Başkanı—Yarbay Şerif (İlden) onu “Azimli, inatçı, nefsine itimadı çok” olarak tarif ediyor: “Enver’e göre bir iş ancak bir şekilde halledilebilir, o şekil de Enver’in aklına esen şeklidir”. Enver “Kendi nefsinden başka kimseye itimat edemeyen, müstesna ruhlu bir ucube idi. O garip meziyetleriyle ancak ve ancak bir diktatör olabilirdi”.
Öyle de oldu.!
Hayran olduğu ve peşlerinden Osmanlı’yı savaşa sürüklediği Almanlar onu çok iyi tanıdılar—ve kullandılar. Paul von Hindenburg’a göre “Enver’in askerliğin esasına ve tabiatına ait bilgileri, askeri kültürü yoktu. Dolayısıyla yaradılışından gelen istidatları gelişemezdi”, gelişmedi de.
Friedrich Kress von Kressenstein da Enver’in üstlendiği görevlerin gerektirdiği ‘eğitimi’ hiçbir zaman almadığına dikkat çeker. “Çabuk kavrama, karar verme kabiliyeti, askeri bilgi ve eğitim noksanlarını bir dereceye kadar karşılayabiliyordu”, ama çoğu zaman “Meselenin zorluklarını anlayamaz, ayrıntıların ve dikkatli çalışmanın kıymetini küçümser, önemsiz işlerle uğraşırdı”.
Carl Mühlmann, Enver Paşa’yı “Gerçek durumu, riskleri göz ardı edip, uyarıları umursamadan, uzun vadeli sonuçları düşünmeden, kendini hayallere kaptırmaya yatkın” görür. İsmet İnönü de Enver Paşa için “Görüşü, kavrayışı, sevk ve idaresi kendi hayal gücü seviyesinde kalmıştır. Sarıkamış gibi bir harekatı bizzat idareye heves etmiş, büyük başarılar hayal etmiştir” der.
Ancak Enver Paşa’yı yakın ve uzak çevresindeki gerçeklikten tümüyle koparan hayalperestliği hastalık derecesindedir. Ali Fuat (Erdem) Paşa’ya göre “Enver, hırslı ve bazı kaderleri yerine getirmek için dünyaya geldiğine hakikaten kanidir”. Bunun için de ‘harbi’ tek vasıta saymıştır.
Savaş boyunca Çanakkale cephesi dışında ciddi bir başarı elde edilemez. İngiliz ve Fransızların Gelibolu’dan çekilmesinden sonra en güçlü iki kolordu Romanya ve Galiçya’ya, Almanlara yardıma (!) gönderilir. Savaşın son yılına girildiğinde zafer umudu kalmamıştır. Rusya’nın savaştan çekilmesi bir barış fırsatı yaratır, ama kimse bu konuyu Enver Paşa’ya açamaz.
Falih Rıfkı’nın anlatımıyla, Enver’in çok saydığı bir ‘Necip Bey’ vardır, “Dinlese dinlese seni dinler” derler. O da gider, dili döndüğü kadar anlatır, Enver Paşa sabırla dinler, sonra da “Vah Necip Bey vah, seni de zehirlemişler. Bilmiş ol ki ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya müvekkelim (vekil tayin edildim). Git evinde rahat uyu” der.
Necip Bey’in derin hayal kırıklığı, şaşkınlığı sözlerine yansır:
“Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili, Yaver-i Şehriyari olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.!”.
Ne yazık ki o ‘tımarhanelik’ kişi Osmanlı’nın son dönemindeki tek karar vericiydi.
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey.! Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”