Çiler Dursun
BİZ NEYİN İÇİNE DÜŞÜRÜLDÜK?
Neyin içine düştüğümüzü, ya da düşürüldüğümüzü, henüz tam olarak bilmiyoruz. Bilmemiz de kısa vadede zor. Bu soruyu kişisel olarak başımız derde girdiğinde değil, epeydir, toplumsal yaşamda meydana gelen ani, köklü ve olumsuz gelişmelerle karşılaştığımızda refleks olarak soruyoruz. Siyasal, iktisadi, kültürel, ideolojik devinimin bu denli yüksek olduğu bu gidişat, birbirinden bağlantısız gibi görünen olup biten her şeyin ard alanındaki görünmeyen soyut bağlantıları düşünebilmeyi, mantıklı çıkarımlar yapabilmeyi, birtakım temellere dayalı olarak akıl yürütmeyi olanaksızlaştırıyor. Düşünemiyoruz. Oysa düşünmek çok kıymetli. Öyle bir elini çeneye dayayıp dalıp gitmekten söz etmiyoruz düşünme derken. Olup bitenlerle ve sadece kendimizi uzak bulduğumuz değil, yakın bulduğumuz toplumsal ve siyasal aktörlerle de mesafelenerek; sorgulayıcı, beğenmez ve eleştirel bir tavra yerleşerek, gündelik olanın ve mikro yaşam akışının hay huyu içinde kaybolmadan, uzgörülü bir bilgi kurucu faaliyeti gerçekleştirmekten söz ediyorum. Yani aslında biyolojik ve toplumsal varlığımızın üzerine yoksullukla, pandemiyle, şiddetle, adaletsizlik ve belirsizlikle çullanan bir düzen olarak güncel kapitalizmi anlamaktan, ona kafa tutabilecek bir zihinsel açıklığa ve iradi kararlılığa doğru yol almaktan dem vuruyorum. İnsanlığından bu derece uzaklaştırılan, hem insanca yaşama kaygısı içine bu denli düşürülen, hem de sokağı unutturan dijital alemdeki seyreltilmiş muhalifliğe fit olmuş günümüz insanının böylesi bir iradeyi seferber etmesi mümkün müdür? Yoksa tam da bu yaşamsal kaygıların içine gömülmüş olmak, kendi kurtuluşunun iplerini eline alacağı bir iradeyi dokuması için kişiye bir fırsat mı sunmaktadır? Tekrar tekrar soracağız: Biz neyin içine düşürüldük?
Neyin içine düşürüldüğümüzü düşünmeli ve konuşabilmeliyiz her yerde. Günlük konuşma alanını önemli ölçüde belirleyen kitle medyasında buna olanak verilmiyor. En alternatif, en “solcu” tv kanallarında bile siyasetin devlet mekanizması katından gani gani tanıma almış muktedir ve muhalif siyasi figürleri arasındaki itiş kakış, ağız dalaşları üzerine kapatılmaya çalışılıyor zihinlerimiz. Kim kime nerede ne dedi, beriki ne cevap verdi de o cevapla ne demek istedi merakını tetikleyen, bitmek bilmeyen bir sabun köpüğü dizi kıvamında jestlere, mimiklere, söylemlere doğru hipnotize ediliyor toplumsal muhalefet. Önceden kurulmuş bu sözde muhalif siyaset zemini, duyusal ve duygusal tepkileri kışkırtarak canlandırmaya yarıyor olsa bile, bu tepkiselliğin siyasal toplumsal bir dönüşüme yol açabileceği siyasal kanallar yok. Aslında burjuva liberal temsil siyaseti, toplumsal iradenin düşünceyle ve eylemli olarak örgütlenebileceği siyasal kanalları dünyanın hemen her yerinde zaten çoktan tıkamış durumda. Buna bizim gibi az gelişmiş ülkelerde bir de parlamentonun fiilen işlevsizleştirilmesi eklenince, yaşadığı dünyanın gidişatından hoşnutsuz geniş ve yoksul kitlelerin, emekçilerin burjuva siyasetinde muhatap alınacak bir taraf olma statüsü bile ortadan kaldırılmış oluyor. Bu bir cümlede söylediğimiz şey, aslında son derece yakıcı bir somutluğa sahip: pandemide insanların çar naçar işsiz bırakılmaları karşısında hangi sendika, hangi siyasal parti, hangi dernek vb. hak arama mücadelesini yükseltebildi? Biz neyin içine düşürüldük?
Sermayenin saldırıları karşısında toplumsal mücadele nasıl yükseltilebilir konusu, neo liberal iktisadi dalganın kesin zaferini ilan ettiği 2000’lerin başından beri Batıdaki muhalif siyasal çevreler tarafından düşünülüyor. Bu çevrelerin bazıları, “müşterekler” yaratarak toplumsal siyasal mücadeleyi güçlendirmeyi ve sermaye sınıfının karşısına “kamusallık” nosyonunu bir değer olarak çıkarıp dikilmeyi öneriyor. Üretim ilişkileri içindeki faal emeğin ve yedek işsizler ordusunun beraberce, toplumsal kaynakların kamusal denetimini ve kamu çıkarı doğrultusunda yeniden dağıtımını talep etmesi en somut siyasal eylem ve adım olarak görülüyor. Neo liberalizmin, sermaye akışının baraj kapaklarını açtığı 1980’lerde ve 1990’lar boyunca kaybedilenlerin geri alınması izleğidir bu: kamusallık, kamu çıkarı, kamu yararı, kamu denetimi, kamu kaynakları, kamulaştırma… Bu, liberalizmin kişisel çıkara ve kişisel yarara kitleyerek ezdiği toplumsal değerlerin, vahşi kapitalizm dışında bir referans noktası kurularak yeniden inşası talebidir aynı zamanda. Bu siyasal ufuk, kimlik siyasetinin güç kazandığı günümüz siyasal zemininde başarılı olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan. Öte yandan kamusallığı yeniden anlamlı kılacak bir müşterekler siyaseti, paradoksal biçimde, tam da kimlik siyasetinin zemininden gücünü alabilir belki de… Türlü biçimleriyle yaşanan sömürünün ve eşitsizliklerin nedeni olan radikal (kurucu) eşitsizliğin, sınıf ayrımına dayalı olduğunun herkesçe ve ilkece benimsenmesi koşuluyla…
“Müşterekler” yaratarak toplumsal mücadeleyi kamusallık ilkesi etrafında güçlendirmeyi öneren günümüzün önemli aktivist akademisyenlerinden Kanadalı Max Haiven, İntikam Kapitalizmi (Revenge Capitalism, 2020) kitabında, bir başkasının ütopyasında yaşıyorsak elimizde kalan tek şeyin intikam olduğunu söyler. Ve evet, insanlık kapitalizmin ütopyasında yaşıyor; ve bu elbette sermaye sınıfının ütopyasıdır. Ütopyanın bu aşamasında, sermaye sınıfı, akışkanlığının ve toplumsalı belirleme gücünün zirvesinde. Toplumsal mücadelelerle tarih boyunca milim milim genişletilmiş haklar alanının, herhangi bir toplumda, hele ki az gelişmiş ülkelerin toplumlarında, aniden daralmasından zerrece şikayeti olmayacağını not etmek gerek. Kendisi bizatihi eşitsizliğin efendisi sıfatıyla, cinsiyet eşitsizliğine asgari düzeyde pansuman bir politika belgesi olan İstanbul Sözleşmesi’nin, zaten az gelişmiş bir toplumda kaldırılmasını, küresel başatlığını koruması için işlevselliği süren bir siyasal iktidarın devamlılığı söz konusu olduğunda, göz ardı etmez mi sanıyorsunuz? Ne sanıyorsunuz? Ve biz neyin içine düşürüldük sahiden?