Kubilay Kaptan
Bir Tablonun Anlattıkları “Gauguin Otoportre “Sefiller”
Paul Gauguin 7 Haziran 1848’de Paris’te dünyaya gelmiştir. Babası Clovis Gauguin liberal bir gazetede editör olarak çalışmaktaydı. 1848 yılında Louis Napolyon Bonaparte Fransa Cumhuriyeti başkanı seçilince, editörlüğünü yaptığı gazetede Napolyon’u eleştiren yazılardan dolayı rahat edemeyeceği düşünen babası, Fransa’yı ailecek terk etme kararı almıştır. Henüz 22 yaşında olan ve Peru’da varlıklı akrabaları olan annesi Aline Marie Chazal’ın Peru’daki akrabalarının yanına gitmeye karar vermişlerdir. Yolculukları sırasında ölen babasının ardından annesi ile Peru’nun başkenti Lima’ya gitmişler ve yaklaşık Gauguin altı yaşına kadar orada yaşamıştır. Orada mutlu bir çocukluk yaşayan Gauguin, altı yaşına geldiğinde Fransa’ya geri dönüp Orleans’ta bir yatılı okulda okumaya başlamıştır. Peru’daki renkli yaşamının özlemini hep çekmiştir. Okuldan ayrılacak yaşa geldiğinde bir deniz filosunda çalışmak için okuldan ayrılmış ve hayatı boyunca hep çocukluğunda kaybettiği cenneti arayıp durmuştur.
1868 yılında donanmaya katılmış ve 1871 yılında bir şirketin borsa komisyonculuğuna başlamıştır. Anlaşıldığı üzere henüz sanat ile ilgili bir adım atmamıştır. Daha sonra ressam arkadaşı Claude Emile Schuffenecker ile tanışması ile ilk çizim denemelerini gerçekleştirmiştir. Bu resimlerinin müzelerde önemli sanatçıların eserlerini inceleyerek geliştirmiş ve dönemin ressamları ile tanışmaya başlamıştır. Kopenhaglı Mette Sophie Gad ile evlenmiş ve beş çocuğu olmuştur. Resme karşı olan ilgisi hep devam etmiştir. Dönemin Parisli Empresyonist sanatçılarının resimlerini alıp satmış ve onlardan resimle ilgili bilgiler öğrenmiştir.
35 yaşına geldiğinde borsada yaptığı işin kendine göre olmadığını düşünerek işi bırakmış ve resim alanında kariyer yapmaya başlamıştır. Karşılaştıkları maddi sıkıntılar sebebiyle eşi çocuklarını da alıp Kopenhag’a ailesinin yanına taşınmıştır. Peşlerinden giden Gauguin orada da yaşayamamış 9 yaşındaki oğlu Clavis’i alarak Paris’e dönmüş, devam eden maddi sıkıntılarından dolayı daha sonra oğlunu da annesinin yanına göndermiştir. Şehrin yoğunluğunda ayakta durmaya çalışan bir ressam olarak yaşamına devam etmiştir.
Şehir yaşamının sıkıntısından yorulan Gauguin, 1886 yılında Pont-Aven kasabasında yaşamaya başlamış, daha sonra Panama ve Martinik’te, 1890’larda Tahiti’de, son zamanlarında ise Markiz Adaları’nda yaşayarak kendi söylemiyle “medeniyet hastalığından arınmış olarak” yaşamını sürdürmüştür. Bu yaşamının önemli bir parçası olan resimlerini de ona göre şekillendirmiştir.
Tahiti’deki yaşamında, oranın ilkel ve samimi olan yaşam tarzından etkilenen Gauguin, çok sayıda eser üretmiştir. Sanat yaşamındaki resimlerinin çoğu Tahiti zamanına aittir. Orada bulunduğu süreç içerisinde sadece resim yapmamış, aynı zamanda malzeme bulabildikçe ahşap oymalar, çanak-çömlek ve heykel gibi farklı türden eserler de üretmiştir.
Gauguin’in sanatıyla ilgili fikir paylaşımı yapabileceği çok sayıda ressam arkadaşı olmuştur. Bunların içerisinde kuşkusuz en çok bilinen arkadaşlık ilişkisi Van Gogh ile olandır. Yenilikçi çalışmalarda bulunan iki arkadaş, çok coşkulu bir sanatsal üretim sürecini birlikte yaşamışlardır, ama bazen sanatsal anlamda anlaşmazlık da yaşayabilmekteydiler. Van Gogh resimde asıl önemli olanın doğa olduğunu söylerken, Gauguin hayal gücü olduğunu belirtiyordu. Hatta Van Gogh’un kulağını kesme olayının, Gauguin ile olan bir tartışması sonrasında öfke nöbeti geçirmesiyle gerçekleştiği bilinmektedir.
Gauguin’in de Van Gogh gibi hassas bir kişiliğe sahip olduğu bilinmektedir. Yaşamındaki hem gündelik hem de sanatsal tecrübelerinden çok etkilenen Gauguin bazı dönemler melankoli içinde yaşamıştır. 1897 yılına gelindiğinde yaşamında önemli bir olay olmuştur. Kızının ölüm haberi gelmiştir ve bunu kaldıramayan Gauguin intihar etmiştir. Ölümden kurtarılmış olan Gauguin depresyonun etkisiyle yaklaşık üç yıl resim yapmamış yaşamı sorgulamış ve yakalandığı frengi hastalığından dolayı 8 Mayıs 1903 tarihinde yaşama veda etmiştir.