İbrahim Turhan
Bir arpa boyu yol gittik, 30 yıl öncesine vardık…
Ekonomi yönetiminde şöyle bir önyargı var: “Geçmişte [AK Parti iktidarının ilk 10 yıllık dönemi kastediliyor] faiz gereğinden daha yüksek tutularak TL aşırı değerli hale getirildi. Bu hem ithalatın artması hem de ihracatın düşmesi noktasında ülke ekonomisine olumsuz etki yaptı. Yüksek faiz, düşük kur, değerli TL, ithalata bağımlı bir ekonomi sürdürülebilir değil. İthalata değil üretim ve ihracata dayalı dönüşümle ciddi bir paradigma değişimi gerçekleştiriyoruz. Böylece ekonomide milli bağımsızlık mücadelesi veriyoruz.”
Son kur hareketliliğinden sonra piyasalarda Merkez Bankasının olağanüstü bir faiz artışı yaparak TL’deki kanamayı durduracağı beklentisi oluştuğu görülüyor. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta sonu yaptığı konuşmada; “Türkiye yıllarca faiz, kur ve enflasyon üçgenine sıkıştırılmak istendi. Bunların bu oyunlarını birer birer bozuyoruz” diyerek uygulanan politikayı “en az kapitülasyonların kaldırılması kadar öneme sahip ekonomik kurtuluş savaşı” olarak nitelendirdi ve aynı yönde devam edileceğinin işaretini verdi.
Hükümetin ısrarla savunduğu “faiz sebep, enflasyon neticedir” tezi, 2016 sonundan itibaren bağımsızlığını adım adım kaybeden Merkez Bankasına dayatıldı. Bunun sonucunu o zamandan beri TL’nin değerinde, yani kurlarda gözlemliyoruz. Dolar/Türk lirası kurunda birinci şok 2016 sonbaharında yaşandı. 2016 Ağustos sonunda 2,94 olan kur 5 ay sonra yüzde 30’a yakın artarak 3,80’e çıkmıştı. Kur bu seviyesini dalgalanmalar olsa da 2018 Mart başına kadar –bir yıldan fazla süre– korudu. İkinci şok 2018 Ağustos krizinde yaşandı. Seçimler bitip Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilince belirsizliğin sona ereceğine, politik riskler ortadan kalktığına göre daha makul ve sağduyulu politikalar izleneceğine yönelik beklentiler gerçekleşmedi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kabine listesi açıklanmadan önceki gün 4,53’e kadar gerilemiş olan USD/TL kuru, bir yandan ekonomi politikalarına ilişkin endişeler, diğer yandan uluslararası ilişkiler kaynaklı risklerin artması ve Türkiye’ye kısıtlayıcı finansal yaptırımlar uygulanacağı endişesiyle dalgalı kur rejimlerinde görülmedik ölçüde ani bir sıçrama kaydetti. Kur 14 Ağustos-14 Eylül arası dönemde ortalama 6,40 oldu. Böylece Temmuz başındaki ilk on günün ortalamasına göre iki ayda yaklaşık yüzde 40 arttı. 2019’da İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinin yenilenmesi kararının ardından yine politik risklerin etkisiyle Şubat-Mayıs döneminde yüzde 16,5 oranında bir mini kur şoku daha gerçekleşti.
2019 Aralık ayı ortalama kuru 5,84 ve 2020 Ocak ortalama kuru 5,92 olmuştu. Şimdiki düzeyler, bu yılın on aylık döneminde (yarısı son üç ayda gerçekleşen) yüzde 40’lık bir artışa karşılık geliyor. İlginç olan ise kurdaki artışın para politikasında hem faiz hem kredi arzı bakımından kayda değer bir sıkılaştırma yaşanmasına rağmen gerçekleşmiş olması. Temmuz sonunda bugüne TCMB’nin piyasaya verdiği paranın ağırlıklı ortalama maliyeti 600 baz puan arttı. Para piyasasında TL referans faiz oranı artık yüzde 14,75. Son iki ayda kamu bankalarının verdiği TL krediler sadece binde 8,5 arttı. Oysa daha önceki iki aylık dönemdeki artış bunun 11 katıydı.
Üstelik bu sıkı para ve kredi koşullarının sürdürülebilmesi kolay değil. Son üç yıllık dönemde olağan faaliyet gelirleri ile borçlarını geri ödeyebilme gücü kalmamış birçok firma banka kredileriyle ayakta tutuldu. Kurgu ürünü korku filmlerinde, yaşamını kaybettiği halde yürüyen ve çevresindeki sağlıklı insanlara da saldırarak zarar veren hortlaklardan esinlenilerek “zombi firmalar” denilen bu sınıfın dışında da krediye bağımlı hale gelmiş ciddi sayıda işletme var. Sıkılaşan para ve kredi koşulları bunları soluk alamaz hale getiriyor.
Bankaların durumu da farklı değil. Düzenlemelerdeki değişiklikler sayesinde canlı gibi gösterdikleri ama tahsil olanağı bir hayli azalmış sorunlu krediler üzerlerinde yük olarak dururken bir de Nisan-Ağustos döneminde ortalama yüzde 10-12 faizle verdikleri 400 milyar TL kredi şu anda fonlama maliyetlerinin ciddi biçimde altında kaldı.
Hazinenin finansman gereği de sıkı para koşullarını zorlayacak gibi. 2021 yılında, Hazinenin toplam 449 milyar TL iç borç (398 milyar piyasaya, 51 milyar kamu kurumlarına) geri ödemesi olacak. 245 milyar TL de bütçe açığı öngörülüyor. Bir başka deyişle; Hazine iç piyasada 650 milyar TL finansman baskısı yaratacak. Bu tutar, son açıklanan verilere göre bankacılık sektörünün şu anda elinde tuttuğu TL cinsi iç borç senedi toplamından fazla.
Hükümet yetkililerinin ifadelerinden ve hem reel sektörün hem bankacılık kesiminin hem kamunun finansman gereği yansımalarından para ve kredi koşullarındaki sıkılığın sürmesinin zor olduğu görülüyor. Para musluklarının açılması durumunda ise olacak belli. Ekonomi, 1990’lı yıllardaki yüksek kur artışı-enflasyon-tekrar kur artışı-daha yüksek enflasyon sarmalına düşebilir. Üzerinden çok zaman geçtiği için o dönemi hatırlamakta yarar var.
Türkiye, Ağustos 1989-Ocak 1990 arasında Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nda gerekli değişiklikleri yaparak sermaye hareketlerini serbest kambiyo rejimi ile uyumlu hale getirdi. 4 Nisan 1990’dan itibaren Türk lirası, Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından konvertibilite kapsamına alındı, TL bütün yabancı paralara serbest piyasa kuru üzerinden çevrilebilir oldu. O tarihten itibaren hesaplandığında, 1991 yılı ortalama USD kuru, yani TL’nin çevrilebilir olmasından sonraki USD/TL kur düzeyi, o yılın Ağustos ayının son haftasındaki ortalama kura eşit. Dolayısıyla 1990 Eylül’ünü analizimizin başlangıç noktası kabul edebiliriz. Bu da o zamanın parasıyla yaklaşık 2bin 700 TL yapıyor. 1992’nin 20-24 Ocak haftasında kur iki katına, aynı yılın Kasım ayının ortasında üç katına, 1993 yılı Haziran’ının sonunda, yani 34 ay sonra dört katına çıktı.
34 ayda dört katına çıkan 1990 Eylül başındaki USD kurunun sekiz katına çıkması ise o tarihten itibaren sadece sekiz ay gerektirdi. 5 Nisan 1994’te gerçekleştirilen devalüasyonun ardından kur on iki katına çıkmıştı. Mayıs 1997’de 50 katına çıkan kur, 1998 yılı Ağustos ayının ilk haftasında, yani sekiz yılın dolmasından bir ay önce 100 katına çıktı. Arada 1 milyon 688 bin TL seviyesini gören USD, 2 Eylül 2002’de 12 yıl önceki düzeyinin tam 600 katına çıkmıştı.
Türkiye 2016 sonbaharından beri düşük yoğunluklu bir ekonomik ve finansal kriz yaşıyordu. Bugün itibarıyla yeni bir aşamaya girmiş bulunuyoruz. USD/TL kuru yüzde 3,5 daha artarsa, bugüne kadar geçen dört yılda kur 3 katına çıkmış olacak. Geçmişteki örnekten gördüğümüz gibi artış hızı başta yavaş olsa da belli bir düzeyin üzerine çıkıldıktan sonra doğrusal değil üstel olarak artıyor. Dolayısıyla böyle giderse kritik eşik aşılabilir ve hızla eskinin ürkütücü tablosuyla karşı karşıya kalırız.
“Az gittik uz gittik. Dere, tepe, düz gittik. Yüz yaz yüz de güz gittik. Bir de döndük baktık ki bir arpa boyu yol gittik” tekerlemesi durumumuzu iyi özetliyor. Yıllarca kur-enflasyon sarmalında milyarlarca dolar gelirimizi, geleceğimizi kaybedip ağır bir bedel ödedikten sonra tam kurtulduk sanarken aynı kısır döngüye yeniden düşmek çok acı. Bu bakımdan aslında durumumuza uygun bir de “ağa ile maraba” fıkrası vardır ama bu sayfanın nezahetine uymaz.