Özgür Ünlühisarcıklı
AB ile İlişkiler: Rekabetten İşbirliğine Geçiş Mümkün mü?
Tam üyelik sürecinden stratejik işbirliğine ve oradan kısa vadeli al-ver ilişkisine evrilen AB-Türkiye ilişkilerinin şimdi de rekabetçi işbirliğine evrildiğini görüyoruz. Genel olarak kompartmanlara ayrılmış ilişki olarak adlandırılan bu modelin özelliği, bazı konularda işbirliğini diğer bazı konularda ise rekabeti ve zaman zaman da husumeti içermesi.
Avrupa Birliği’nin (AB) 2022 Türkiye Raporu iki hafta önce yayınlandı. Rapora ilişkin en önemli haber ise raporun artık haber olmaması. 1998 yılından itibaren aday ülkelerin Kopenhag Kriterleri’ne uyum konusunda kaydettiği gelişmeleri yıllık olarak değerlendiren, önce Düzenli İlerleme Raporu, 2016 yılında ise Ülke Raporu olarak adlandırılmaya başlayan bu belge, eskiden gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da çok ilgi çekerdi. İmkânı olanlar AB kurumlarındaki tanıdıkları aracılığıyla raporu yayınlanmasından bir gün önce elde edip herkesten önce okuyup yorumlamak için çaba sarfederdi.
İlk yıllarda AB’nin Türkiye Raporları oldukça dengeli olurdu. Türkiye’nin AB Müktesebatına uyum konusundaki eksikliklerine dikkat çekilir ancak son bir yılda olumlu yönde kaydedilen değişiklikler de dile getirilirdi. O yıllarda Türkiye’de reform rüzgârları estiği için raporlarda da olumlu gelişmeler ön planda olurdu.
Tam Üyeliği Hedefleyelim, Stratejik İşbirliğine Ulaşalım
Köprülerin altından çok sular aktı. 2005 yılında AB, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlama kararı aldı ancak müzakereler açık uçlu olacaktı. Bir diğer ifade ile Türkiye’nin AB Müktesebatına tam olarak uyum sağlaması, üyeliği garanti etmeyecekti. Zaten Fransa ve Hollanda gelecekteki genişlemeler için referandum kararı almıştı. Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bazı müzakere fasıllarını bloke etmişti. Almanya Şansölyesi Merkel, ülkesinin daha önceki taahhütleri gereği müzakerelerin başlamasına onay vermişse de Türkiye ile hedefin tam üyelik değil, içeriği net olmayan bir imtiyazlı ortaklık olması gerektiğini dile getiriyordu. Doğrusu Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci daha başlamadan akamete uğramıştı.
Aslında durumun herkes farkındaydı. Öte yandan üyelik süreci herkesin işine geliyordu. Üyelik sürecinin Türkiye açısından en büyük önemi gerek siyasi açıdan gerekse ekonomik açıdan bir çıpa görevi görmesi, Türkiye’nin sağa sola savrulmamasının teminatı olmasıydı. Üyelik süreci aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ekonomisini AB ile daha da uyumlu hale getirmesi için bir yol haritası sunuyordu ki bu da Türkiye açısından bir kazanım olarak görülüyordu. AB ise üyelik süreci üzerinden Türkiye üzerinde etki sahibi oluyor, Türkiye’nin tam üye olacak olmasa da kendisine yakınsamasını sağlıyordu. Kısa bir süre sonra Türkiye’de de reform süreci hız kesti ve AB’nin Türkiye’yi tam üye yapmaya niyeti varmış gibi, Türkiye’nin de reform yapıyormuş gibi yaptığı bir tablo ortaya çıktı.
Bu durum bir süre böyle devam etse de 2010’lu yıllarda Türkiye’de demokratikleşme ivmesinin tersine dönmesi, daha önce elde edilen kazanımların birer birer kaybedilmesi sonucu tablo netleşmeye başladı: Bu Türkiye, bu AB’ye hiç bir zaman üye olamayacaktı. İşte bu noktadan sonra AB’nin Türkiye Raporlarının niteliği değişti. Raporların sayfalarını artık Türkiye’de yaşanan olumlu gelişmeler değil olumsuz gelişmeler dolduruyordu. Zaten Türkiye’de pek olumlu bir gelişme de olmuyordu. Böyle olunca AB’nin Türkiye Raporu’na olan ilgi de oldukça azaldı.
2012 yılında AB ve Türkiye, Türkiye’de demokratikleşme reformlarının canlandırılmasını, vize serbestisi ve göç alanında işbirliğini, terörizmle mücadeleyi ve dış politika diyaloğunu da içeren bir pozitif gündem konusunda anlaşsa da bu konuların hiç birisinde ilerleme sağlanamadı.
Stratejik İşbirliğinden Kısa Vadeli Al-Ver İlişkisine
2016 yılının Mart ayında AB ve Türkiye arasında imzalanan göç mutabakatı, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir dönemin kilometre taşıydı. Bu anlaşmanın göç konusunda işbirliğinin yanı sıra AB ve Türkiye arasında vize serbestisi, Gümrük Birliği modernizasyonu ve yeni müzakere fasılları açılması gibi pozitif gündem maddeleri içermesi nedeniyle ilişkilere olumlu bir ivme kazandıracağı düşünülüyordu. Ancak birçok kişinin gözden kaçırdığı unsur, bu mutabakatın mantığının stratejik işbirliği değil kısa vadeli al-ver ilişkisine (transaksiyonalizm) dayanmasıydı. Zira mutabakatın ana gövdesini, AB’nin, Türkiye’nin Suriyeli mültecileri Türkiye’de tutması karşılığında Türkiye’deki Suriyeli mülteciler için kullanılmak üzere mali imkânlar yaratması oluşturuyordu. Zaten mutabakatta yer alan pozitif gündem maddelerinin hiçbirisinde ilerleme sağlanamayacaktı.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen başarısız darbe girişimi ve sonrasında yaşanan siyasi gelişmeler, AB ve Türkiye arasındaki ilişkilerde tam bir kırılmaya bir yol açtı. Bu tarihten sonra Türkiye’nin zaten akamete uğramış olan AB üyelik süreci fiilen askıya alındı, diğer pozitif gündem maddelerinin hiçbirisinde ilerleme sağlanamadı ve zamanla AB ile Türkiye’de var olan sınırlı dış politika diyaloğu mekanizmaları da tıkandı. Bunun bir örneği, AB’nin her dönem başkanlığında bir kez (senede iki kez) düzenlenen ve AB’ye üye devletlerin yanı sıra aday ülkelerin dışişleri bakanlarının da katıldıkları Gymnich Toplantıları bağlamında tezahür ediyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, en son 1 Şubat 2019’da Bükreş’te düzenlenen toplantıya katıldı ve bu tarihten sonra düzenlenen yedi toplantıya davet almadı.
AB ve Türkiye arasında dış politika diyaloğunun zayıflamasına paralel olarak Türkiye’nin AB’nin dış politika pozisyonlarına uyumu da gittikçe zayıflıyor. Bu durumun göstergelerinden birisi Türkiye’nin AB Yüksek Dış Politika Temsilcisi’nin deklarasyonlarına katılma oranı. Bu oran 2019’da yüzde 18 iken 2022’de yüzde 7’ye düşmüş durumda. Güncel bir tartışma da Türkiye’nin, AB’nin Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımlara katılmaması. Öte yandan ortada şöyle bir asimetrik durum var: AB bir konuda karar almadan önce en küçüğünden en büyüğüne bütün üye devletlerin katılımı ile bir müzakere süreci yürütüyor, bir karar alıyor ve gayrı resmi olarak da olsa görüşü bile alınmamış Türkiye’den kendi dışında alınmış bu karara uymasını bekliyor.
Al-Ver İlişkisinden Rekabetçi İşbirliğine
Tam üyelik sürecinden stratejik işbirliğine ve oradan kısa vadeli al-ver ilişkisine evrilen AB-Türkiye ilişkilerinin şimdi de rekabetçi işbirliğine evrildiğini görüyoruz. Genel olarak kompartmanlara ayrılmış ilişki olarak adlandırılan bu modelin özelliği, bazı konularda işbirliğini diğer bazı konularda ise rekabeti ve zaman zaman da husumeti içermesi. Örneğin Rusya-Türkiye ilişkileri böyle. İki ülke enerji, turizm ve hatta savunma sanayii alanlarında işbirliği yapıyor; Suriye’de, Libya’da ve Güney Kafkasya’da ise karşıt tarafları destekliyor.
AB-Türkiye ilişkisinin de benzer bir biçimde geliştiğini görüyoruz. AB ve Türkiye başta göç olmak üzere birçok konuda işbirliği yapıyor, ancak konu Batı Balkanlar’a gelince Avrupalı pek çok devlet adamı, siyasetçi ve analist Türkiye’yi AB’nin rakibi olarak görüyor ve bunu da açıkça dile getiriyor. Keza Türkiye’nin Afrika’daki mevcudiyeti ticari, siyasi ve askeri boyutlarıyla artarken, bu durumun AB’nin önemli üyelerinden Fransa ile Türkiye arasında rekabete ve hatta gerilime yol açtığını görüyoruz. Türkiye’nin Güney Kafkasya’da etkisinin artmasının da AB çevrelerinde benzer bir şekilde okunduğunu görüyoruz. Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerilimden ise bahsetmeye gerek bile yok. Öte yandan Türkiye’nin bu bölgelere yönelik söyleminin ana temalarından birisinin AB ülkelerinin yaklaşımı ile tezat içinde olduğu da gözden kaçmıyor. Örneğin Türkiye, Afrika’da kurduğu temaslarda kolonyalist Avrupa’ya karşı iyi niyetli Türkiye temasını sıklıkla kullanıyor.
Önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki etkisinin azalması değil artarak devam etmesi bekleniyor. Mevcut eğilimlerin sürmesi durumunda AB-Türkiye ilişkilerinde işbirliği değil rekabet unsurunun görünürlüğünün artması da doğal bir sonuç olacaktır. Bu durumla gurur duymak mümkün. Öyle ya “Çok değil 20 yıl önce Amerika’nın, Avrupa’nın sözünden çıkamayan Türkiye” bugün farklı coğrafyalarda onlara kafa tutar hale gelmiş.
Öte yandan, üyelik sürecini bir yana bırakalım, ihracatımızın yarısını; orta ve yüksek teknoloji yoğunluklu ihracatımızın çok daha fazlasını gerçekleştirdiğimiz, ülkemize yapılan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının neredeyse tamamı denebilecek bir oranının kaynağı olan AB ile işbirliği değil rekabetin öne çıkması, AB’nin çıkarına olmadığı gibi Türkiye’nin de çıkarına değildir.
Rekabet Paradigmasının Yerini İşbirliği Paradigması Alabilir mi?
Herhalde Türkiye, AB ile rekabet içinde olmamak adına Batı Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afrika’da elde ettiği kazanımları terk edecek değil. AB ve Türkiye arasındaki rekabetçi paradigmanın yerini işbirliği paradigmasının alması her ikisinin yararına olsa da o kadar kolay görünmüyor. Öncelikle her iki tarafın da bu konuda irade göstermesi gerekiyor. Sonrasında atılması gereken ilk adım ise AB-Türkiye dış politika diyaloğunun güçlendirilmesi.
Türkiye seçim sath-ı mailine girmişken bu konuda bir gelişme beklemek gerçekçi olmaz. Ancak sonucundan bağımsız olarak yaklaşan seçimlerden sonra AB ve Türkiye arasında bir pozitif gündem arayışı olacaktır. Bu pozitif gündemin öncelikli maddesi dış politika diyaloğu olmalı. Aksi halde AB ve Türkiye’nin birbirini rakip olarak görmeleri durumu yapısallık kazanabilir ki böyle bir durum iki tarafın da çıkarına olmaz.