Sinan Tepe
İnşa Süreci Bir Türlü Bitmeyen Ülkede ‘Bir Dava’
Siyasi davalar konusunda oldukça bereketli olan ülkemizin yakın tarihindeki bir davaya odaklanan roman, kurmaca ve birbirlerinden oldukça farklı karakterleri üzerinden adalet, hukuk, demokrasi gibi kavramları tartışırken, yer yer de yozlaşma ve çürüme eşiğine gelen toplumu merkeze alarak güçlü bir Türkiye halet-i ruhiyesi sunmakta.
Geleneksel toplumlar devleti, kendini yöneten iktidarı ve özelde de iktidarın başındaki muktediri ‘baba’ kavramı ile özdeşleştirir çoğu zaman. Kendisinden esirgenen saygıyı, onurlu yaşamı ise bu baba figürünün tekeline bırakıp, bir nevi güç karşısında özne olma yetilerini yitirmiş küçük bir çocuğa dönüşürler.
Bauman, Mazzeo ile sohbetlerinden oluşan eseri Edebiyata Övgü’de, çocuğa dönüşen halk için; “Babasından adil olmasını değil, güçlü olmasını bekler” çıkarsamasını yapar. Gerçekten de türlü korkular içerisinde evrilerek ve evrimleşerek vücut bulan, bir arada duran büyük bir yapı olarak ‘halk’, baba arayışı içerisinde çoğu zaman kapısı diktatörlüğe çıksa da, onu korkulacak bir güç olarak görmesinin yanı sıra, koruyucu kollayıcı bir baba olarak da kodlar.
Bir halkı bir arada tutan şey, ortak kültür, tarih ve hatıralardır. Aidiyeti sağlayan bu unsurlar dışında belirleyici olan önemli başka bir değişken ise, ortak düşmanlıklar ve karşıtlıklardır. İşte nostaljik bir refleks olan bu baba arayışı ve akabinde diktaya açılan kapının temelinde bu ortak düşman korkusu vakidir. Çocuk güç bekler, adalet değil. Çünkü bir karşıtlık üzerinden kümelenmiş ve tarihin seyrinde konumlanmıştır. Babasından beklediği şey düşmanlarına acımasız olmasıdır.
Demokrasi ve adalet kavramları siyaset sahnesinde sıklıkla tartışılsa da, toplumun neredeyse tüm kesimlerinde kanıksanmış, içselleştirilmiş gibi görünmüyor. İktidar, muhalefeti yok edilmesi gereken bir düşman, bir iç güvenlik sorunu olarak görürken, muhalefet kendi hassasiyetleri dışındaki gelişmeleri tali olaylar olarak yorumlamakta, toplumun belirli kesimlerine zaman zaman kayıtsız kalmaktadır.
Türkiye’de meydana gelmiş büyük davalarda, toplum yukarıda bahsettiğim ‘adalet değil güç bekleyen’ çocuk refleksi göstermekte maalesef. Kendisinden olmayan acılara kulak tıkamakta ya da herhangi bir biçimde bağ kuramadığı grupların adalet taleplerini görmezden gelebilmektedir. Üstelik aidiyet içeren bu refleksi sadece iktidar yanlıları değil, muhalifler de gösterebilmektedir.
Siyasi Bir Dava
Ayhan Geçgin’in Orhan Kemal Roman Ödülü alan son eseri ‘Bir Dava’ geçtiğimiz yıl Metis Yayınları tarafından yayınlandı. Siyasi davalar konusunda oldukça bereketli olan ülkemizin yakın tarihindeki bir davaya odaklanan roman, kurmaca ve birbirlerinden oldukça farklı karakterleri üzerinden adalet, hukuk, demokrasi gibi kavramları tartışırken, yer yer de yozlaşma ve çürüme eşiğine gelen toplumu merkeze alarak güçlü bir Türkiye halet-i ruhiyesi sunmakta.
Romanın başkarakteri ve anlatıcısı Aslı, Amerika’da bir üniversitede antropoloji dersleri veren genç bir akademisyendir. Kendisi gibi akademisyen olan kocası David, Amerikalı bir Yahudi’dir ve bu çiftin henüz altı yaşında Can diye bir çocukları vardır.
Aslı bir gün okulda odasındayken, birazdan gireceği dersin hazırlıklarını yaparken annesinden bir telefon gelir. Annesi “babanı götürdüler” der. Aslı’nın babası Halil Bey, emekli bir amiraldir ve darbe teşebbüsü suçlaması ile gözaltına alınmıştır.
Geçgin her ne kadar romanın sonuna iliştirdiği notta bu ‘dava’nın bir kurgudan ibaret ve hayali olduğunu söylese de, okuyucu bu anlatının ‘Balyoz’ davasından çıktığını kolaylıkla fark edecektir.
Halil Paşa gözaltına alınmasının ardından şaşırtıcı bir biçimde apar topar tutuklanır. Ailenin yanı sıra avukatlar, hukukçular da şaşkındır bu karara. Ortada bir delil olmaması bir yana suçlama da oldukça gariptir. Darbe yapmayı düşünmüş olmakla suçlanır, Halil Paşa’nın da içinde bulunduğu onlarca asker. Geçgin bu noktada okuyucuyu bir tartışmaya davet eder. Bir insanı öldürmeyi düşünüp, daha sonra dışsal etkenlerden bağımsız vazgeçmiş olmak suç unsuru oluşturur mu diye sorar. Nitekim Halil Paşa ve diğer komutanlar, darbe planlamış olmakla yargılanmaktadırlar.
Temelleri hiçbir zaman tam oturmadığı için sürekli bir çöküş, yıkım, sarsıntı ya da deprem korkusuyla yaşayan, bu yüzden sürekli yenilenmesi gereken ülke. Meşruiyetini hiçbir zaman tam olarak kuramadığı için hep tedirgin bir ülke.
Hukuk Yücedir, Tek Adam Kadar Değil
Fransız fotoğrafçı Claude Cahun, Nazi döneminin baskısını hem muhalif kişiliği ile hem de cinsel tercihi ile yaşamış sıra dışı bir sanatçıdır. Cahun Hitler’i ve onun tek adamlığını şöyle özetler; “İsa yücedir fakat Hitler daha yüceymiş; İsa insanlar için öldü, Hitler içinse insanlar ölüyor.” Babasının götürüldüğünü telefonla öğrenen Aslı, bu anı zihninde hayal ederken, babasının dik durmuş olduğundan emindir. Hatta onun kendisini almaya gelen polislere seslenirken, onların arkasından o tek adama kadar uzanan kalabalığa seslendiğinden de emindir. İsa kadar olmasa da hukuk yücedir evet, ama tek adam kadar değildir.
Geçgin metnini mağduriyet ve hak arama çabası üzerine kurmuştur. Fakat mağdur olan tarafı pirüpak gösterip onu bir ‘tip’e dönüştürme handikabına düşmemektedir. Bu dengeyi ise roman içerisine yerleştirdiği karakterler ile sağlamaya çalışmaktadır. Dava dolayısıyla Türkiye’ye dönen Aslı, uzun yıllardır görmediği eski dostu Mehmet ile karşılaşır. Zamanla aralarında duygusal bir yakınlaşma olur. Mehmet üniversitede sosyoloji okumuş, Aslı’nın hiç bilmediği, tanımadığı Kürt coğrafyasından birisidir. Aralarında davanın seyrini konuşurlarken, Mehmet ona bu davanın Kürtlere açılan davalara benzediğini, tıpkı o davalarda olduğu gibi gizli tanık ifadeleri ve uydurma delillerle yol alındığını anlatır. Mehmet aslında o davalardaki hukuksuzluğa karşı çıkılsaydı şimdi bu durumda olmayacaklarını vurgulamaktadır. Bir başka anlatısında da henüz küçük bir çocuk iken köyüne gelen askerlerin, bölgedeki Kürtçe isimleri Türkçeleştirdiklerini, belki de o askerlerden birisinin Aslı’nın babası olabileceğini söyler. Geçgin, adalet mekanizmasından yoksun kalan, eski gücünü yitiren bu yapının, bir dönemin asimilasyon politikası yürüten organ olduğunu ve sicilinin pek de pak olmadığını söylemektedir.
İnşaatı Hiç Bitmeyen Ülke
Romanın üzerinde durduğu kavramlardan birisi de ‘Yeni Türkiye’dir. İktidar ‘darbecilerden’ hesap sormakta ve bunu medya gücü ile herkese duyurmaktadır. Askeri vesayetten kurtardıklarını iddia ettikleri bu yeni yapıya da Yeni Türkiye demektedirler. Fakat Aslı’nın gözünden gördüğümüz Yeni Türkiye, medyanın tek ses olduğu ve uydurma haberler yaptığı, sokakta kadınların taciz edildiği, akademinin giderek dibe vurduğu, pahalılığın yükseldiği, insanların giderek kutuplaştığı bir Türkiye’dir. Aslı ayrıca bu ülkeyi “inşaatı hiç bitmeyen ülke” olarak tanımlar. Her yerden iş makinelerinin, hafriyat kamyonlarının, vinçlerin gürültüsü gelmektedir. Bu ülke sürekli yıkılıp yeniden yapılan bir ülkedir.
Geçgin’in roman içerisinde sıklıkla yaptığı köken ve meşruiyet tartışmalarında inşaatı çok geniş anlamda kullanmaktadır;
“Temelleri hiçbir zaman tam oturmadığı için sürekli bir çöküş, yıkım, sarsıntı ya da deprem korkusuyla yaşayan, bu yüzden sürekli yenilenmesi gereken ülke. Meşruiyetini hiçbir zaman tam olarak kuramadığı için hep tedirgin bir ülke.”
Anahtar Kavram: ‘Sürünceme’
Romanın adının ‘Bir Dava’ olması kaçınılmaz olarak Kafka’nın Dava romanını akıllara getirmektedir. Üstelik romanın birkaç yerinde bu Kafka vurgusu yapılmaktadır. Evvela ailenin tuttuğu avukat bu davayı ‘Kafkaesk’ bir dava olarak tanımlar. Bunun yanında Avukatın bürosunun bulunduğu bina, tam da Kafka romanlarında yer alan yapılar gibi karanlık, çökmek üzere olan karmaşık bir yapıya sahiptir. Geçgin, avukatı çikolataya düşkün şişman bir adam olarak ortaya koyar. Avukat aileye güven vermez. Tıpkı Joseph K.’nın kuşku duyduğu ve umudunu yitirdiği avukatı gibidir. Belki de benzerlikler içerisinde anahtar olan kavram ‘Sürünceme’dir. Dava romanında avukat, davayı kazanamasak da sürüncemede bırakırız demektedir. Geçgin ise romanında tüm hayatı ve Aslı ile Mehmet’in ilişkisini ‘Sürünceme’ olarak tanımlamaktadır.
George Lukacs, sanatçıdan beklentisini dile getirirken, yaşamı olduğu gibi ortaya koyması gerektiğini, aynadaki yansıması gibi deforme etmeden sunması gerektiğini söyler. Bu elbette oldukça çetrefilli ve uzun bir tartışma konusudur. Geçgin’in Bir Dava romanında ortaya koyduğu kurgu ve anlatım, bana kalırsa tam da Lukacs’ın beklentisini karşılamaktadır. Belki de onun bu yansıtma kuramına örnek olabilecek anlatısındaki toplumculuktur Orhan Kemal Roman Ödülü’ne değer görülmesini sağlayan. Gerçekten de Türkiye siyasetine ve gündemine yabancı bir okur, sadece bu romanı okuyarak tarihin bir bölümündeki olaylar hakkında fikir sahibi olabilir.
Bir Dava romanı Türkiye gündemini uzun süre meşgul eden ve sonunda çöken siyasi bir davayı merkeze almasının yanında, toplumun farklı kesimlerini temsil eden karakterleriyle, yürüttüğü köken ve meşruiyet tartışmalarıyla, ortaya koyduğu ülke tahliliyle oldukça başarılı bir roman.
Kendilerini özgürleştirmeleriyle beraber, kendilerini ezenleri de özgürleştirecek olan tüm ezilenler, iyi okumalar!