Sinan Tepe
Bir tek kendini ve etrafında dönen sivrisinekleri aydınlatan lamba: ‘Kış Uykusu’
İranlı yazar Goli Taraghi’nin dilimize çevrilmiş tek romanı Kış Uykusu, köklü rejim değişikliğinin arifesinde bir ülkenin, özgürlüklerinin, kadın haklarının, üniversite eğitiminin, sanat kurumunun, sinemanın, edebiyatın nasıl yavaş yavaş yok edildiğini anlatırken, en büyük eleştiriyi de, yaklaşan tehlikeyi öngöremeyen akademisyenlere, sanatçılara ve muhaliflere yapmakta
Acının seyirlik bir şölen gibi sunulduğu 16. ve 17. yy idam törenlerinde, halkın darağacı etrafına yığılmasının nedeni yalnızca mahkûmun acılarını seyretmek değildi. Bu törenler, aynı zamanda artık kaybedecek bir şeyi olmayan bireyin, yasalara, düzene, iktidara ve dine lanet okumasını duymak içindi. Aslına bakacak olursak; halk yapmak isteyip de cesaret edemediği her şeyi, mahkûmun çığlıklarında ve isyanında görmekteydi ve coşkulu kalabalık kendine itiraf edemese de özünde bu durumu alkışlamaktaydı.
Türkiye’de de iktidar yandaşlarının muhalefete karşı tahammülsüz ve düşmanca tutumlarının altında belki de benzer bir duygu yatmaktadır. İktidar destekçileri, kendilerini tüm benlikleriyle, maddi-manevi her açıdan, öylesine teslim etmiş durumdalar ki, özgürlük ve demokrasi talep eden her sese katliam çağrısı yaparak saldırmaktan başka şansları yok artık. Şüphesiz bu saldırganlıkların altında, zulme karşı duramamanın suçluluğu yatmaktadır. Dünyanın her yerinde, iktidar yandaşları muhaliflere, onlarda olmayan cesarete sahip oldukları için saldırırlar. Tıpkı en çok korkanın en fazla silahlanması gibi bir denklem vardır bu ilişkide.
Oscar Wilde; “Bütün sanat eserleri bir yüzeyden ve sembolden ibarettir” der, Dorian Gray’in Portresi’nde. “Yüzeyin ötesine geçmeye kalkanlar, kendilerini büyük tehlikeye atarlar.” Wilde’ın bahsettiği yüzeyin ötesi, estetik derinliğin yanı sıra, iktidarın çizdiği sınırları da vurgulamaktadır.
Dünyanın her yerinde ve her döneminde, yüzey ötesine geçmiş ve bunun bedelini ödemiş, sanatçılara ve yazarlara rastlamak mümkün. Onlar muhalif olmanın bedelini en ağır ödeyen sınıfın içinde olmuşlardır her zaman. Ve birçoğu hayatlarını, ‘burada adaletsizlik var’ dedikleri için, ülkelerinden uzakta, sürgünde geçirmişlerdir.
Sürgünde Geçen Yıllar
İran Edebiyatı’nın önemli kalemlerinden Goli Taraghi de bu bedel ödeyen yazarlar sınıfındandır. 1939 yılında Tahran’da doğar Taraghi. Felsefe eğitimi görmek için, 1954 yılında Amerika’ya gider ve altı yıl kaldıktan sonra ülkesine geri döner. Tahran Üniversitesi’nde yüksek lisans derecesi aldığı yıllarda öykü yazmaya da başlar ve ilk öykü kitabı olan Ben de Che Guevera’yım 1969 yılında yayınlanır. 1979’daki İran İslam Devrimi sonrası profesör unvanı ile ders verdiği fakülte kapanınca Paris’e yerleşir. Eserlerinde sürgün, sevgisizlik, yabancılaşma ve kaybetme gibi temaları işleyen Taraghi, esin kaynağı olarak gördüğü ülkesini her yaz ziyaret etmektedir.
Goli Taraghi’nin 1973 yılında yayınlanan ve yazımızın da konusu olan ünlü romanı Kış Uykusu, döneminin tüm karanlık ve kasvetli havasını üzerinde taşıyan, tarihine tanıklık eden bir roman. Rejimin baskısını tadan tüm İran Edebiyatı örneklerinde olduğu gibi, Kış Uykusu romanında da kapalı ve imge yüklü bir anlatım hâkim. Anılar ve çağrışım üzerine kurulu bir metin olan romanda, okuyucu klasik bir olay örgüsü yerine, ben anlatıcının zihnine kendini bırakmakta. Anlatıcı yer yer kendi yaşlılığına ve umutsuzluğuna değinmekte, yer yer de diğer karakterlerin hayatlarına odaklanarak, yaşadığı çağın kasvetine ve yavaş yavaş bastıran karanlığa vurgu yapmaktadır.
Gitme İsteği
Kış Uykusu, köklü bir rejim değişikliğine uğramak üzere olan dönemin İran’ında, kendilerine dönmüş ve toplumdan giderek kopmuş bir grup arkadaşın, daha doğrusu bir grup arkadaşın yaşlılığının, kış ayının hikâyesi. Ahmedi, Azizi, Enveri, Mehdevi, Celili, Haşimi ve Haydari. Roman ben anlatıcının yaşlılık ve düşme korkusu ile başlamakta ve akabinde geçmişe, yaz aylarının olduğu günlere kadar gitmekte.
Ahmedi Bey’in hayatına odaklanılan ikinci bölüm, toplumsal kayıtsızlığa değinilen, acı karşısında umursamaz ve yabancı olan insan davranışlarını ele alan, bana kalırsa romanın asıl derdini anlattığı, ustaca işlenmiş bir bölümdür. Ahmedi Bey’in bir gün kafasına bir taş isabet eder. Bu taşın neticesinde merdivenlerden düşer Ahmedi Bey. Ayağı üç ay alçıda kalır ve başına da on altı dikiş atılır. Arkadaşları ise bu duruma kayıtsız kalır. Hatta Ahmedi Bey’i suçlarlar. Ne diye pencere kenarında durduğunu sorarlar ona. Haydari Bey’in Ahmedi Bey’e attığı fırça oldukça çarpıcıdır;
“Ne diye sokakta olup bitenleri görmek istiyordun? Niye Enveri Bey’in yüzüne çarpmadı? Çünkü o televizyonun yanında oturuyordu ve kimseyle ilgilenmiyordu. Niçin Haşimi Bey’in burnu kırılmadı? Çünkü o gülleri ve kanaryalarıyla meşguldü. Niçin benim yüzüme çarpmadı? Çünkü nerede duracağımı iyi ölçüp tartmışım.”
Haydari Bey kısaca sokağa bakma, topluma bakma, ne olursa olsun gözünü kapat demekte. Yavaş yavaş gelen tehlikeyi bile isteye görmezden gelmektedir. Fakat ilerleyen bölümlerde göreceğiz ki bu karanlık Ahmedi Bey’in başına atılan taştan ibaret olmayacak, hepsinin hayatına bir kâbus gibi çökecektir.
Haşimi Bey’in hayatına büyük bir mucize ile giren iyilik timsali Şirin Hanım, yaşadıkları çağı çok iyi tarif etmektedir; “Ne kadar kötü bir hava. Artık nefes alınmıyor. İnsan uyumak istiyor, çekip gitmek istiyor.” Tüm karakterlere sirayet eden bu gitme isteği, roman boyunca sıklıkla karşımıza çıkmakta. Yemek yemekten şişmiş ve aynada dahi kendini tanıyamayacak hale gelmiş Azizi Bey de gitmek istiyor fakat bir türlü gidemiyordur.
Ahmedi Bey’i her ne kadar suçlamış olsalar da, zamanın baskıcı ruhu onları da yavaş yavaş esir almakta ve gitme isteği uyandırmaktadır. Ahmedi Bey’e atılan taş sonucu, asayişin önemli olduğunu ve hatanın onda olduğunu söyleyen Enver’i Bey de gitmek istemektedir. Beraber büyüdüğü biricik arkadaşı Mehdevi’yi görmeye Gorgan’a gitmek istemektedir Enveri. Şirin Hanım’ın kendisini cesaretlendirmesi sonucu yedi yıldır görmediği arkadaşına nihayet gitmeye karar verir ve Gorgan trenine atlar. Fakat bu öylesine sıra dışı ve sorunlu bir yolculuk olur ki, Enveri Bey’in hayata ve ülkesine bakış açısı bir anda değişir. Netice itibariyle bu yolculuğu tamamlamadan geri dönmek zorunda kalır. Kendisine kötü davranan ve mektuplarına el koyan memurdan tutun, trenin neden durduğunu açıklamayan makiniste, yerine oturan ve kalkmayan kadına kadar “her şey kötü bir tesadüf, yaklaşan bir musibet gibidir.”
Şüphesiz ki Taraghi’nin bu musibetten kastı kendini iyiden iyiye hissettiren, henüz nihayete varmamış olan İslam Devrimi’dir.
Romanın bir diğer kadın kahramanı Talat Hanım, Şirin Hanım’ın aksine kötülüğün vücut bulmuş hali gibidir ve tembel Mehdevi Bey’in karısıdır. Mehdevi Bey, paragöz ve baskıcı olan Talat Hanım’ı artık sevmemektedir. Onun gitme isteği de Talat Hanım’dan kaynaklıdır. Hatta bir gün onu öldürmeyi dahi düşünür de cesaret edemez. Yine de umudu vardır Mehdevi Bey’in. “Güneş vurduğunda iyileşeceğim” der, “Bu korkular geceye ait.”
Serçe Hastalığı
Romandaki tüm karakterler gitmek ister de yalnızca Celili Bey hastalanır gidemediği için. O en başından beri, Ahmedi Bey’e taş atıldığından beri “tehlike havada” demiştir. Doktoru Celili Bey’e ‘serçe hastalığı’ teşhisi koyar. Gitmek isteyip de gidemeyen herkes için koyulmuştur bu teşhis esasen. “Onlar tıpkı bir serçe gibiler” der doktor, “uçmak isteyip de uçamayan bir serçe.”
Goli Taraghi, yaklaşan tehlikeyi yani rejimin ayak seslerini, pencere dışında görünen adam metaforuyla imlemektedir. Karanlıklar içindeki bu adam bir görünüp bir kaybolmakta ve hemen hemen tüm karakterlerin gözünün önüne gelmektedir.
Romanın bir bölümünde ise bu tehlike güvercin ile anlatılmıştır. Şirin Hanım’ın yeni yumurtlamış güvercinleri, önce dişisi sonra erkeği yuvayı bırakıp gitmiştir. Haşimi Bey bu gidişe anlam veremez. Hiçbir güvercinin yumurtasını bırakıp gitmeyeceğini düşünür. Hem burada yemek de vardır su da vardır, ne diye gitsinler. Bir resim öğretmeni olan ve işsiz kaldığı için ‘korku tünelinde’ çalışmayan Haşim Bey’in inatla görmek istemediği şey ise güvercinlerin özgürlük arayışıdır.
Goli Taraghi gidemeyen karakterlerinin bahanesi olarak içlerinden birinin kötürüm ve eli ayağı tutmayan annesini gösterir. Bu eli ayağı tutmayan ve kötürüm anne belki de onların vatanını simgelemektedir. Şah Rıza Pehlevi ve Ayetullah Humeyni arasındaki savaşta tüm güzelliğini ve özünü yitirmiş kötürüm bir anne.
Kış Uykusu romanı, köklü rejim değişikliğinin arifesinde bir ülkenin, özgürlüklerinin, kadın haklarının, üniversite eğitiminin, sanat kurumunun, sinemanın, edebiyatın nasıl yavaş yavaş yok edildiğini anlatırken, en büyük eleştiriyi de, yaklaşan tehlikeyi öngöremeyen akademisyenlere, sanatçılara ve muhaliflere yapmaktadır. Ülkemizde muhalefetin sıkça kullandığı ‘o Ermeniyi dövdürmeyecektik’ meseli gibi; Ahmedi Bey’e atılan o taşın hesabını sormak gerekecekti.
Goli Taraghi’nin bir imge olarak kullandığı yaşlılar gibiyiz esasen iktidar dışında kalan her birey olarak. Karşımızda simgesi, asli işlevinden gayrı her işte muktedir olan bir ışık kaynağı duruyor. Son sözü Taraghi’ye bırakıyorum;
“Ne ışık vermeyen bir lamba! Yalnız kendini aydınlatıyor ve bir de etrafında dönüp duran sivrisinekleri. Şu yağan kar gibi hızla, telaşla yağıyor kalbime pek çok şey. Bu eller ısınmak istiyor henüz, bu yaşlı ve bunak eller.”