Serhat Güney
ELVEDA SEPULVEDA!
Bir çağdaş sürgün; gazeteci, yazar, yönetmen, gezgin, devrimci ve doğa aktivisti Luis Sepulveda 16 Nisan günü Oviedo’daki bir hastanede koronavirüsten öldü. Sanki, yüzyıllar önce doğduğu toprakların fethiyle tetiklenen bir sürecin yarattığı türbülanstan kaçışın imkansızlığını göstermek üzere son ve çarpıcı bir eyleme imza atmış gibi çekilip gitti aramızdan…
16. yüzyılın ilk çeyreğinde, Latin Amerika ana karasındaki en cüretkar fetih girişimlerinin baş aktörü İspanyol Fatih Hernan Cortes olmuştur. 1519’da 11 gemiyle Küba’dan Meksika kıyılarına doğru yelken açan Cortes Yucatan’da karaya çıktığında kendisine sadece 500 kadar asker, az sayıda top ve 13 süvari eşlik etmekteydi. İşte bu minyatür ordu seferin daha iki yılı dolmadan tüm Aztek İmparatorluğunu İspanya Kralına bağlayan büyük fethi gerçekleştirdi. Çoğu anlatıda, imkânsız ve efsanevi bir başarı olarak sunulan bu sefer, yeni bir tür zenginleşme dinamiği yakalamış Avrupa uygarlığının tarih içinde şekillendirip geliştirdiği tüm kültürel sermayeyi saldırgan bir yayılmacılığa tahvil ederek ulaştığı doğal bir sonuçtan daha fazlası değildir elbette. Kralın fatihleri geri kalan dünyadan yalıtılmış ve kendi özgün yaşam biçimleri içinde kapalı halde yaşayan Azteklerin karşısına onların hiç bilmedikleri şeylerle çıkmışlardı: Atlar, çelik silahlar, toplar, dincilik ve hileye yatkın zekalarıyla…
Aztekler ilk kez karşılaştıkları bu yabancı kültürden mamul kötücüllüğe direnemediler. Bununla birlikte, fatihler tabii ki ilk darbeyi vurdukları yerle yetinmediler, sonraki yıllar içinde Meksika kıstağından Panama’ya, oradan Peru’ya ve güneye doğru uzanarak tüm Latin Amerika boyunca altının ve gümüşün suyunu çıkara çıkara kanlı fetihlerini sürdürdüler. Diyebiliriz ki, Latin Amerika’nın kaderi medeniyetle bu talihsiz buluşmadan beri kara yazılmıştır.
İşte, bu makus talihin büyüye büyüye katmerlenmiş ve ta çağımıza kadar uzanmış gazabından kaçmak zorunda kalmış bir adam, bir çağdaş sürgün, benim gençlik kahramanlarımdan birisi; gazeteci, yazar, yönetmen, gezgin, devrimci ve doğa aktivisti Luis Sepulveda 1 Mart günü Covid 19 enfeksiyonuna yakalandı ve 16 Nisan’da Oviedo’daki bir hastanede öldü. Sepulveda, anavatanının sıradan insanlarının yüzyıllar boyunca çektiği çilelerin mütevazı bir temsilcisi olarak türlü çeşitli macerayla ve ilginçliklerle dolu yaşamının acı bir parodisini sergiler gibi aramızdan ayrılıp gitmişti. Sanki, yüzyıllar önce doğduğu toprakların fethiyle tetiklenen bir sürecin yarattığı türbülanstan kaçışın imkansızlığını göstermek üzere son ve çarpıcı bir eyleme imza atmış gibiydi.
BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİĞİN SARSILMAZ KALELERİ
Sepulveda ile Taksim’de, Galatasaray Lisesi’nin hemen arka sokağındaki üç katlı, koyu gri boyalı bir binada tanışmıştım. Aslına bakılırsa, birçok Latin Amerika’lı yazarla buluşma yerimdi orası benim. Garcia Marquez’le, Octavio Paz’la, Carlos Fuentes’le ve daha niceleriyle hep orada karşılaştım, orada kaynaştım. Bu harika yazarların kitaplarını ilk elime aldığım, büyülü gerçekçiliğin tadına doyum olmaz okuma keyfini ilk yaşadığım zamanlar ve mekânlar unutulmaz anılarla doludur. Ne zaman, çantamda bütçemin elverdiği kadar kitapla o binadan çıksam soluğu Manda Batmaz’da alırdım. Hemen bir tabureye çöküp açlıkla sayfalarını karıştırdığım kitaplarıyla bu yazarlar üniversite yıllarımda başka bir dünyayı, bambaşka bir tarihin ve kültürün penceresinden ufkuma seren çok değerli edebiyat insanları olmuşlardı benim için.
1990’larda Taksim ve İstiklal caddesi biz üniversite öğrencilerinin kültür mabetlerinden biri, belki de en önemlisiydi. Lise müfredatında olmayan kitaplar, taşra sinemalarına uğramayan filmler, büyülü tiyatro salonları, vitrinlerinden bakınca geçmiş zaman yazarlarının, şairlerinin hayaletlerinin gezindiğini görür gibi olduğum eski kafeler vardı. Latin yazarlarla tanıştığım bu bina da tıpkı bu kültür mekanları gibi, özellikle biz öğrencilere kapılarını büyük bir cömertlikle açan Can Yayınları’nın ana binası ve kitap deposuydu. Orada çalışanların bize gösterdikleri sabrı ve neşeli iyimserliklerini hatırlamak bana hala umut verir, çünkü yüzde 35’lik indirimle, yani dağıtım fiyatına, o da yalnızca en fazla üç beş kitap almak için onca işlerinin arasında kafalarını ütülediğimizi, onları oyaladığımızı hiç düşünmezlerdi. Aksine, kitap yığınları arasında kaybolmadan istediklerimizi bulabilmemize yardımcı olmak için bize hevesle rehberlik ederlerdi.
Sepulveda’yla tanışmama vesile olan kitabın adı ‘Patagonya Ekspresi’ydi. Yazar bu kitabında bir gazeteci olarak, eşsiz gözlem gücünün ve gerçeğe erişme arzusunun; bir edebiyatçı olarak, gerçeği güzelleştirme becerisinin; bir devrimci olaraksa eriştiği gerçeği insanlığın faydasına tedavüle sokma çabasının eşsiz bir alaşımını sunuyordu. Patagonya Ekspresi, Latin Amerika gerçekliğiyle dopdolu, ama yazarın kendi deyişiyle ‘belli bir güzergahı olmayan’ bir gezi rehberi gibiydi. Birbiri ardı sıra insanları, kentleri, dağ köylerini, ıssız doğa parçalarını kat ederken hiçbir yere gitmiyormuş gibi hissetseniz bile, her yerde ve her çağda dolaştığınızı; özellikle de Latin Amerika’nın kötü kaderinin bütün çağlarından geçmekte olduğunuzu bilirdiniz. Şili’deki faşist darbenin ardından iktidara gelen Pinochet’in zalim kollarının hayatların en kuytu köşelerine kadar nasıl uzandığını okurken yerel bir kişisel tarih serüveni yelpazesi açılırdı önünüzde. Bir yandan da kitabın satır aralarında, soğuk savaş yıllarının kirli siyasi senaryolarının yerlere, şeylere ve insanlara neler neler çektirdiğinin hüzünlü anılarıyla örülü evrensel bir öyküye dokunur, sarsılırdınız. Amerikan savaş aygıtının Güney Amerika’daki birçok ülkede yürürlüğe soktuğu darbe senaryolarının daha bir çok yerde nasıl aynı şablonla sahnelendiğine uyandığınız küresel bir seyahate dönüşürdü okuma serüveniniz o zaman.
FATİHLERİN MİRASI AZ GELİŞMİŞLİK OLDU
Gerçekten de ABD’nin Latin Amerika’daki son kuşak devrimlere müdahalesi çok kanlı, kirli ve de hileli olmuştu. Bunun sebepleri üzerine düşünebilmek için Yeni Dünya’nın kuzey güney aksında hem fetih tarihini hem de kıtanın kapitalizm süreçleri bakımından evrimini birbirinin tam benzeri veya tekrarı olarak ele almamızı engelleyecek önemli farklılıklar yaşandığını hatırda tutmak lazım. Güney Amerika’ya musallat olan fatihler sürüsü Katolik kralın yağmaya yatkın müritleri ve ölümcül savaşçılarıydı. Kuzey Amerika ise Protestan kralın sürgüne yolladığı cemaatler, yurtlarından kovulmuş çiftçiler, zanaatkarlar veya gündelik işlere koşulan emek erbabı için bir tür sığınak işlevi görmüştü. Yeni bir yurt ve yaşam peşinde Kuzey Amerika’ya akan göçmenler Püriten sabrı ve çalışkanlığıyla yeni dünyayı dirhem dirhem sömürerek bir hiçlikten devasa büyüklükte üreten bir makine yarattılar.
Kuzeyde biriken sermaye, tarihin içinde filizlenmekte olan yeni dünyanın ekonomik aklına, yani kapitalizmin ruhuna uygun olarak zamana doğru yayılırken, bağımsızlık mücadelesinin başarılmasıyla ortaya çıktığı coğrafyaya yerleşmeyi de garanti altına almış oluyordu. Güneyde biriken sermaye ise hem zamanda hem de uzamda büyük oranda tek yönlü olarak aktı ve Latin Dünyası’nda kapitalizm sakat doğdu. Yağmalarken, kendine göre yeniden düzenleyen ve kalıcı bir kapitalist sistem kuran Kuzey’deki sığınmacılar, sadece yağmalayan ve yok etmekten başka pek bir ‘becerileri’ bulunmayan fatihlerin geride bıraktığı az gelişmişliğin üstüne çökmeye muktedir büyük bir güce dönüştüler. Bu güç, soğuk savaş yıllarında kapitalizmin büyük abisi olarak sömürü düzenini ve sistemin eşitsizliklerini yok etme iddiasıyla sahneye çıkan az gelişmiş Latin toplumlarındaki sol akımları ve siyasi organizasyonları ortadan kaldırabilmek için tıpkı asırlar önce Cortez’in yaptığı gibi kirli savaş enstrümanlarına ve hileli yöntemlere başvurmaktan çekinmemişti.
İşte Sepulveda ve onun gibi niceleri de doğdukları toprakları terk ederken, perde arkasından ülkelerindeki basiretsiz ve zalim kuklaların iplerini oynatan düzenin kirli ellerinden kaçmaktaydılar aslında.
Çarpışa çarpışa çekilenler için, kaçışlar korkaklık değil bir mücadeledir ve hiç bitmez. Luis Sepulveda bu serüven boyunca bir biçimde işkencelerden, zindanlardan, sürgünlerden sağ çıkmayı başardı. Zalimin çıplak ellerinden sıyrılmasını bildi, ama onun, bizzat dokunduğu her şeye bulaştırdığı kötülüklerden kaçamadı. Zulüm kendisini dolaylı yoldan yakaladı, karşısına dikildiği düzenin bozduğu ekosistemlerden kaçan bir acayip silahla vurdu onu. Garip ki, uğruna ne mücadeleler verdiği doğanın intikamına yenik düşmüş oluyordu. Fakat buna da çok yerinmemek lazım belki; doğanın elinden gelen ölüm düğün bayram diyebilecek kadar dünya aşığı bir insandan söz ediyoruz nasıl olsa. Elveda Sepulveda!
Yazan: Serhat Güney