“Bu şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir” *

Biz, köprüleri, kavşakları, otoyolları, toplu taşıması, elektriği, suyu, kanalizasyonu, dev binaları, sokak veya cadde isimleriyle kenti çok akıllı zannedip, ona boyun eğsek de o sadece bir düzenektir, bir çılgınlık sistemidir. Kendi kişiliksizliğiyle bizi zehirlemeye ayarlanmış bu düzeneğin insana verebileceği bir şey kalmamıştır, ama ondan aldığı ve alacaklarının listesi oldukça kabarıktır. Şu hâlde kent toplumunun önünde yalnızca üç seçenek bulunmaktadır.

Çok uzun zamandır uzak kaldığım dostlarımla, sevdiklerimle ne vakit konuşma fırsatı bulsam özlemlerden söz açılıyor. Birbirimizi, işlerimizi, alışkanlıklarımızı özlemeye başladık, bir an önce bildik düzenimize geri dönelim, her şey gene eskisi gibi olsun diyenlerin sesi herkesin kulaklarında çınlıyordur sanırım. Bu konuşmalar arasında en çok dikkatimi çeken ve sıklıkla da duymaya alıştığım şeylerden birisi özellikle üzerinde düşünülmeye değer. Duyuyorum ki, insanlar gündelik hayat ritimleri içinde kendilerini sürekli zorlayan, normalde hep şikâyet ettikleri şeyleri dahi özlemeye başladılar. Bir uç örnek olarak söylüyorum, ‘Metrobüs kalabalığını dahi özledim’ diyen var mesela, konuştuklarım arasında.
Özlediğimiz şeyin temelinde, anlaşılıyor ki, özellikle büyük kentlerdeki hayat ritminin alâmet-i farikası olan devinim, heyecan ve sürprizler yatıyor. Kentler, evet, sürekli adrenalin pompalayan sosyalleşme makinaları gibidir, fakat ürettikleri enerji öylesine devasa ve kontrol edilemezdir ki, bizi fark etmeden rüzgârda savrulan, sersemlemiş bir saman çöpüne de çeviriverirler. Mütemadiyen değişim ve yenilik vaat eden bir akış elbette mevcuttur şehirlerde, ama “akışkan modernliğin” yüksek debisi nedeniyle karşılaşmayı veya deneyimlemeyi umduğumuz onca hazlar, sürprizler hızla yanımızdan yöremizden kaçıp giderler. Salgın öncesi hayat ritmimizin, alışkanlıklarımızın ve kültürümüzün baz istasyonları olan metropollerde özlediğimizi düşündüğümüz şeyler severek benimsediğimiz, insanca yaşamayı yansıtan şeyler değildir aslında; vaat edilen fakat tek kullanımlık oldukları için asla tam olarak elde edemediğimiz; gene de elde edebileceğimize inandığımız için sürekli umutsuzca peşinden koşmaya devam ettiğimiz şeylerdir.
KENT YAPITTA BÜTÜNLEŞİR
Dönüp tarihe baktığımızda, o ilk, kadim kentlerin baş verdiği Mezapotamya’dan, Akdeniz’den İyonya’ya, Çin’den Latin Amerika’ya kadar kalabalık toplulukların yuvası, yaşam alanı olmuş şehirlerin insan toplumları için anlamının pek de değişmediğini görürüz. Gerçekten de çok çeşitli fırsatlarla ve heyecanlarla dolu kentler tarih boyunca daima insanlar için çekim merkezi olmuştur. Dinamizm kentlerin göbek adı gibidir; değişimle, üretkenlikle ve her türden yaratıcılığa kucak açan kozmopolit yapılarıyla sosyal hayatın en keyiflisi, en neşelisi hep şehirlerde yaşanır. Mekânları, kurumları, kuralları ve kültürel ambiyansıyla bir şehir çok katmanlı, tabakalaşmış bir toplumu ne kadar uzun süre ve sağlıklı bir biçimde bir arada tutabiliyorsa o kadar medenidir.
Atina gibi, Sparta gibi, daha sonra Roma, ardından örneğin Floransa gibi kentler tarih içinden günümüze hep bu medeniyet ölçeklerini taşıyarak erişmişlerdir. Atinalıların kentleriyle övünmeleri boşuna değildir; çünkü, yaşama sevincini ve hazzı besleyen mimari eserleri, bunlara hayat veren özgün bir kültürleri, üzerine titredikleri çok yönlü hayat tarzları ve kamusal hayatı zenginleştiren hümanist bir mekânsal perspektifleri vardır. Büyük meydanlarıyla, agorası, amfi tiyatrosu, gimnazyumu, stoası ve tapınaklarıyla kentin toplumsal varlığını üretim ilişkileri, kültürel deneyimler, politik faaliyetler boyunca bünyesine taşıyan bu kamusal uzamsal kent, içinde barındırdığı tüm zenginlikleri kullanabilen, çeşitliliği şehir yaşamının potasında eriten heyecan dolu bir etkileşim yaratır.
Kadim kentler bir bakıma yapıt kentlerdir, Lefebvre’in vurguladığı gibi ‘yapıtın üstünlüğü’ne dayanarak tasarlanmışlardır. Yapıt bir şehre anlam katar, kamusal hayatı zenginleştirir. Her coğrafyada, yani her kentte ve her vakitte eşitsizliklerin yaşandığı doğrudur; her kentin de elbette bir sahibi, muktedirleri vardır, ama yapıta yapılan yatırım sayesinde kent yaşanmaya ve korunmaya değer bir yer olur, çünkü kent mekânlarının değeri ve anlamı -yapıtlar sayesinde- değişimin değil, kullanımın kurallarına göre şekillenmiştir.

Atinalıların kentleriyle övünmeleri boşuna değildir; çünkü, yaşama sevincini ve hazzı besleyen mimari eserleri, bunlara hayat veren özgün bir kültürleri, üzerine titredikleri çok yönlü hayat tarzları ve kamusal hayatı zenginleştiren hümanist bir mekânsal perspektifleri vardır.


“BİRİKİMİN ENERJİ SANTRALLERİ”
Kent toplumlarına özgü kültürel atmosferleriyle ve bu kültürün yarattığı mekânsal örüntüyle ayırt edici nitelikler taşıyan kentler tarih içinde yer yer karanlığa batıp batıp çıktılar. Kentle kır arasındaki politik veya kültürel dengeler bazen bir diğerinin aleyhine olacak şekilde bozulsa da asri zamanlara değin kentin anlamı ve değeri hep baki kaldı. Bugün içinde yaşamaya mahkûm edildiğimiz kentlerin toplumsal ve mekânsal niteliklerini belirleyen değişimlerin müsebbibi ise sanayi devrimidir.
Burjuvazinin kente dair tahayyülü oldukça basittir; sermaye kesimi şehirleri David Harvey’in deyişiyle, “birikimin enerji santralleri” olarak okuyup, ona göre düzenlemek ister. Şehir hâlâ bir çekim merkezidir, fakat öncelikle bir üretim yeri olarak düşünülmektedir artık. Bu santral hiç durmadan çalışarak kentleri iş gücü, mal ve sermaye fazlalarıyla boğulacak kadar şişirince değerlerin ve bağların çekirdeği patlar, kent anlamını yitirir. Böylece sanayi şehri, materyal menfaatlerin ve aşırı tüketimin yanında yüksek kâr ve kazanca dair fırsatların ön plana çıktığı metanın şehri olarak büyüyecektir. Yapıtın sarmaladığı doku böylece parçalanır, kentin kullanım değeri çöker, şehir mekânları nötralize olur ve bildiğimiz modern bungunluk kentlerin üzerine yığılır.


BİR ÇILGINLIK SİSTEMİ
Modern sanayi kentlerinden büyük metropollere uzanan hatta insanın kadim kent deneyiminde yaşadığı dönüşümler gerçekten de dramatiktir. Yaşama sevincinin yerini hayatta kalma içgüdüsü ve yükselme hırsı almıştır; hazzın yerini ise gösteriş ve tüketim. Neresinden bakarsak bakalım insani ihtiyaçlarımızı bulanıklaştıran savurganlıkların ve kente rengini veren marjinalliği yozlaştıran aşırılıkların işgali altındadır bugünkü kültürümüz. Paris, Londra, Tokyo, New York metroları veya o acayip metrobüslerimiz, kentin bize verdiği armağanlar değil, yabancılaşmanın aktarma merkezleridir; milyonları her gün şehir coğrafyasında başı boş yayılıp giden hiçliğe ve yoksunluklara doğru püskürtür dururlar. “Akışkan” asri zamanların metropollerinde, küresel kentlerde duygulara, düşüncelere yer bulunmaz, sadece sürat vardır. Biz, köprüleri, kavşakları, otoyolları, toplu taşıması, elektriği, suyu, kanalizasyonu, dev binaları, sokak veya cadde isimleriyle kenti çok akıllı zannedip, ona boyun eğsek de o sadece bir düzenektir, bir çılgınlık sistemidir. Bu sistemin bedenlerimize ihtiyaç duyduğu kesindir, ama kişiliğimizle yapacak bir şeyi kalmamıştır artık. Kendi kişiliksizliğiyle bizi zehirlemeye ayarlanmış bu düzeneğin insana verebileceği bir şey yoktur, ama ondan aldığı ve alacaklarının listesi oldukça kabarıktır.
Şu hâlde kent toplumlarının önünde hangi seçenekler bulunmaktadır? Dostlarımın söylediği gibi, hiçbir şey olmamışçasına uslu uslu metrobüs kalabalıklarına, “metanın hac yerlerine” geri dönmek mi? Ya da “Dipten korkunç hidra gelir / Sivri dişle haya alır / Biraz aklın varsa delir / Kent sensiz de çalkalanır” diyen İsmet Özel’e kulak verip, zaten bizim olmayan, asla da olmayacak olan her şeyden vazgeçmek mi? Yoksa, kentteki haklarımızı geri kazanmak adına, şairin kendi sözlerine itiraz eder gibi söylediği bu şehirden öç almanın yollarını bulmak mı?

*Şair İsmet Özel’in ‘Esneklik Bildirisi’ başlıklı şiirinden.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhat Güney Arşivi