Süreyya Su
Yüzünü Güneşe Dönmüş Bir Yazı
Dünyayı anlamlandırmak için doğaya bakan insan, duyularıyla algıladığı her şeyi birbirlerine benzerlik ve karşıtlıklarına göre sınıflandırır ve bunlardan tutarlı bir düşünce ve bilgi sistemi kurmaya çalışır. Bu bağlamda, mesela, güneşin doğa ve insanlar üzerindeki etkileri, onu Tanrı gibi yaşamın kaynağı olarak görmeye neden olmuştur. Böylece güneş Tanrı’yla özdeşleştirilmiş ve pek çok eski uygarlıkta güneşe tapınılmıştır. Güneş, insanın evrende gördüğü en yüce varlık olduğu için Tanrı olmalıydı. Çünkü güneş yaşamın kaynağıdır
Güneş geleneksel dünyada uzaydaki bir gök cismi olarak görülmekten daha çok mitsel evrendeki ilahî bir varlık olarak görülmüş ve mecazi olarak anlamlandırılmıştır. Geleneksel insanın mitsel evreni ve düşüncesi modern insana akıl veya mantık dışı gelebilir. Mitsel evren ve mitsel düşünce analojiktir ve bunlar bazen öyle bir şekilde ifade edilir ki benzetme mi yoksa özdeşleşme mi yapıldığını ayırt etmek zorlaşır.
Fransız antropolog Lévi-Bruhl, hükümran özneye özgü düz bakışla bu geleneksel toplumların düşünme biçimini prelojik, yani mantık öncesi olarak adlandırmıştı. Lévi-Bruhl geleneksel toplumların mitsel düşüncesinin analojiye dayandığını göz ardı etmiş ve onları mantık dışı olarak nitelendirmişti. Buna karşılık bir başka Fransız antropolog Lévi-Strauss ise, dilbilimsel yöntemle yaptığı araştırmalara binaen geleneksel toplumların düşünüşüyle modern toplumların düşünüşü arasında öyle bir nitelik farkı olmadığını söyler. Ona göre geleneksel toplumların doğadan ve evrenden aldıkları simgeleri bir takım toplumsal ilişkileri ve soyut kavramları dile getirmek için mecaz olarak kullandıkları bilinirse, düşüncelerinin hiç de mantıksız olmadığı görülebilecektir.
Lévi-Strauss’un deyişiyle, yaban düşünce kendine özgü bir akılsallığa ve mantığa sahiptir.
Güneş-Tanrı
Evrenin ve hayatın işleyişiyle ilgili olarak soyut bir düşünce sistemini henüz geliştirmemiş olan insan, dünyadaki olguları kavramlar yerine mecazlar aracılığıyla anlamlandırır. Bu yüzden mitolojik anlatıları okuyunca onları sadece fantastik hikâyeler olarak görme yanılgısına düşebiliriz. Oysa, özellikle mit üzerine yapısal araştırmalar bu anlatıların insanlara bir tarih bilinci verip, doğa ve evrenin işleyişi hakkında bir açıklama getiren felsefî hikayeler olduğunu ortaya çıkartmıştır.
Her ne kadar Karl Marx filozofların yaptığı işi biraz küçümsemiş, dünyayı yorumlamayı ve açıklamayı felsefe için yeterli görmemişse de felsefî, mitolojik ve dinsel, her türlü dünyayı açıklama girişimi, özü itibarıyla onu anlamlandırmayı ve böylece yaşanılır kılmayı amaçlar. Değişim iradesi de aslında dünyaya dair bir yorumdan doğar. Dünyayı değiştirmek için dünyayla ilgili bir yoruma, dolayısıyla bir anlama sahip olmak gerekir.
Geleneksel toplumlarda güneşin Tanrı olarak görülüşü edebiyatı da etkilemiş, modern çağın şairleri bile şiirlerinde güneşe ilahî veya kutsal anlamlar atfetmişlerdir. William Blake’in şiirlerinden bir örnek verelim: “Şu doğan güneşe bak. Tanrı orada yaşar.”* Ezra Pound’un şiirlerinde de güneş mistik-dinsel bir anlam taşır; ışık her şeyi yaratan Bir’den (“vahid”) yayılır. Güneş hem can verendir hem can alandır; tıpkı Tanrı gibi.
Edebiyat tarihinde sık sık karşımıza çıktığı gibi güneş, hayat ve ölüm üzerinde hakka sahip yegâne varlıktır ve bu nedenle o hep Tanrı’yla bir özdeşlik ve benzerlik ilişkisinde anılmaktadır.
Güneş-Kral
Dinlerde ve edebiyatta güneş evrene hükmeden Tanrı’nın bir simgesi haline geldiği gibi siyasette de topluma hükmeden kralların simgesi olmuştur. Despotik toplumlarda otoritenin tek elde toplanması hükümdarın iktidarını ilahî bir temele dayandırmasıyla mümkün olabiliyordu. Bu yüzden geleneksel toplumlarda hükümdar Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak görülüyordu. Hanedan ve aristokrasi sınıfının toplumdaki temayüzü ve ayrıcalığı meşruluğunu bu düşünceden alıyordu. Bu düşüncenin kökeninde de güneşin hayatımızı sürdürmemizi sağlayan ilahî bir kaynak olduğu inancı vardır. Yani toplumların siyasî tarihinde hep var olagelen “güneş-kral” figürünün kökeni mitolojiktir.**
Fransa kralı 14. Louis tarihte bize en yakın güneş-kral figürüdür. Eski rejimlerde hükümdarlar halkın kendilerine mutlak itaatini, iktidarlarının kaynağını Tanrı’ya ve onu simgeleyen güneşe bağlayarak sağlıyordu. Diğer yandan, kutsalın yeryüzüne inmesi, Giambattista Vico’nun tarih felsefesinde öne sürdüğü gibi, aslında dünyevileşmenin ilk adımıdır.*** Tanrı, hükmünün icra yetkisini hükümdara devretmiştir.
Güneş-Yüz
Kutsalın gökyüzünden yeryüzüne inişini edebiyatta da görüyoruz. Örneğin divan şiirinde Tanrı’nın yerini sevgili, güneşin yerini yüz almıştır. Güneşin her şeyi aydınlatıp ısıtması gibi sevgilinin yüzü de aşığın içini aydınlatıp ısıtır. Divan şiirinde mecaz sık kullanılır ve bu mecazların başında güneş gelir. Divan şiirinde güneş ya Tanrı’yı ya sultanı ya da sevgiliyi temsil eder.
Ahmet Hamdi Tanpınar, divan şiirinin bu özelliğini merkezinde güneş olan bir mecaz sistemiyle açıklar. Divan şiirinde, özellikle aşk temalı yazılanlarda güneş simgesi hem Tanrı hem sultan anlamlarına gelerek sevgiliye benzetilir. Böylece şair sevgilinin yüzünü güneşe benzeterek, sevgilisinde Tanrı’nın tecellisi ve sultanın kudretini gördüğünü ifade eder. Sevgilisine olan aşkı tapmak gibidir. Sevgili aşığın gönlündeki tahta kurulmuş ona hükmetmekte ve sevgili de sadakatle sevgiliye tabi olmaktadır.
Divan şiirinde güneşle yapılan mecazlarda Tanrı ve sevgili figürleri öne çıkar ama sultan da önemli bir yere sahiptir. Güneş mecazı hayatın sürmesini mümkün kılan bütün olumlu özellikleri sultana verir ve böylece kutsalın yeryüzüne inmesi edebî olarak olumlanırken Osmanlı despotik rejimi desteklenmiş de olur.
*William Blake, Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları, İş Bankası Yayınları, s. 7
**Joseph Campbell, Yaratıcı Mitoloji, Islık Yayınları, s. 228
***Levent Yılmaz, Giambattista Vico ve Yeni Bilim’in Temel Kavramları, Bilgi Üniversitesi Yayınları