Tayfun Atay
Yoksulluğun kör memeleri
Hayat, çocuklukta ne yaşanıyorsa üzerine gidip onu düzeltmeye çalışmakla geçen bir süreç. Çocukluğun güdümünde, onun hükmü altında, varoluş koşulunu onun oluşturduğu bir akışta yaşanıyor hayat… O yüzden İngiliz şair William Wordsworth’ün müthiş dizesiyle belirtmek gerekirse, “Çocuk, insanın babasıdır…” Ve bu, Netflix’te yayına giren Kâğıttan Hayatlar’ı izlerken film boyu titreyen dudaklarımızda ha bire tekrarlanan söz oluyor!..
İnsanın ömrü ne için geçer?.. Netflix’te ekrana gelen, senaryosunu Ercan Mehmet Erdem’in yazdığı, yönetmenliğini Can Ulkay’ın üstlendiği Kâğıttan Hayatlar bize diyor ki insanın ömrü, kaybettiği çocukluğunu geri kazanma uğrunda bir nafile çaba, daha da öte çırpınışla geçer.
Bunu bize duyumsatan başka yapıtlar olmadı mı, oldu. Yakın dönemden bir örnek olarak, ömrü çocuklukta gözlerinin önünde babası tarafından katledilmiş annesini yeniden bulmak istemekten ibaret yaslı mı yaslı bir arayışla geçmiş Müslüm Gürses’in hayatına odaklanan Müslüm filmi de (Yönetmen: Ketche ve yine Can Ulkay; Senaryo: Hakan Günday-Gürhan Özçiftçi) böyleydi.
Belki bu yüzden, geri-dönüştürülebilir (kâğıt, plastik, cam şişe) atıkları toplayarak hayata tutunmaya… Olmadı! Filmdeki dokunaklı sözle ifade edelim: “Başkalarının çöpe attıklarından hayat kurmaya” çalışan kimsesiz insanların trajedisini korkunç iç kıyıcı bir romantizmle gözler önüne seren Kâğıttan Hayatlar’ın bir Müslüm Baba şarkısıyla açılışı da gayet anlaşılır ve tutarlı geldi bana…
Çocuk, insanın ‘Baba’sıdır!
Müslüm ile aynı zaman kesitinde, üç yıl kadar önce izlediğimiz ve Queen efsanesinin ölümsüz solisti Freddie Mercury’nin hayatından kesitlerle içeriklenen Bohemian Rhapsody filminde de (Yön. Bryan Singer; Sen. Peter Morgan, Stephen Rivele, Christopher Wilkinson) aynı tema yine hayli dokunaklı biçimde karşımızdaydı. Orada da bir dizi kültür ve kimlik şokuyla travmatize çocukluğundan kaçmak isteyen ama ne yaparsa yapsın, parlak bir yetişkinlik şöhretinin içinde olsa bile yine de o çocukluğun hayatında hükmünü icra etmeyi sürdürdüğü bir insanın bir şarkı dolayımıyla o çocukluğu yeniden inşa etme çabasına tanıklığa çağrılmaktaydık.
Hayat, çocuklukta ne yaşanıyorsa üzerine gidip onu düzeltmeye çalışmakla geçen bir süreç. Çocukluğun güdümünde, varoluş koşulunu onun oluşturduğu bir akışta yaşanıyor hayat… O yüzden 18-19’uncu yüzyıl İngiliz şairi William Wordsworth’ün şu müthiş dizesi neyin ne olduğunu ne bir eksik ne bir fazla ama alabildiğine çarpıcı şekilde aksettirmekte: “The Child is father of the Man”… Yani, çocuk, insanın babasıdır!..
Ve bu, başlangıçta kimsesiz çöp toplayıcı Mehmet’in (Çağatay Ulusoy) 8 yaşında bir çocuk olan Ali’yi (Emir Ali Doğrul) “çekçek”in içine saklanmış bulup onu tekrar annesine kavuşturmak için çırpınması olarak açılan; ama aslında onun korkunç bir terk edilme ile derinden yaralanmış kendi çocukluğunu sanrılı şekilde onarma-sağaltma hikâyesi olarak netleşen Kâğıttan Hayatlar’ı izlerken de titreyen dudaklarımızda ha bire tekrarlanan dize oluyor!..
“Çocukluğunu çağırırdı geçmişten…”
Mehmet, aslında Mehmet Ali’dir; bütün çırpınışı da “Mehmet” olarak süren hayatında hâlâ içinde inim inim inleyen acısıyla yaşayan “Ali”yi annesiyle ve elbette aslında kendisiyle buluşturmak, böylece aklınca, daha doğrusu kalbince-hayalince, çocukluğunu yeniden kazanmaktır.
Sözü filme bırakalım:
“Çocukluğunu çağırırdı geçmişten… Ve onu mutlu etmek için elinden geleni yapardı. Ona nasıl sahip çıktığını izlerdik. Hiç olmadığı kadar mutlu olurdu. Tek istediği, terk edilmiş çocukluğunu annesine kavuşturmak!..”
İster “uyu”, ister sus, unutamazsın!
Filmin etkileşimsel mahiyette Müslüm ve Bohemian Rhapsody yanı sıra bana en çok çağrıştırdığı bir diğer yapıt da Suskunlar oldu. Kastettiğim, Lorenzo Carcaterra’nın gerçek bir yaşamöyküsü temelinde kaleme aldığı kitabı ve kitapla aynı adlı film Sleepers’dan uyarlama olup 2012 yılında ekranlara gelen yerli dizi… Orada da baklava çalıp bir araba kazasına sebebiyet veren dört erkek çocuğun, kapatıldıkları cezaevinde maruz kaldıkları cinsel tacizin hayatlarında açtığı yarayı “suskunluk” yoluyla ne kadar derine gömmek isterlerse istesinler bunun imkansızlığı sonucu, “iğfal edilmiş” çocukluklarını geri kazanma yolunda intikam motivasyonuyla koyuldukları mücadeleyi izlemiştik.
Tabii dizide bize bir “mutlu son” sunulduğu için karşılaştırmamızdaki benzerlik o noktada son bulur. Kâğıttan Hayatlar, Suskunlar ile gayrikabilikıyas bir katı-sert gerçekçilikle ayrışmakta, sivrilmekte.
Yoksulluğun antropolojisi
Kâğıttan Hayatlar’ı yukarıda sıralanan kurgular karşısında daha da seçkinleştiren yan, bize hayatımızın kıyısında kalmış, yollardan geçerken şöyle bir gözümüze çarpan ve belki içimiz cız etse bile çok fazla dert etmeksizin yola devam ettiğimiz bir yaşam üzerine kültürel-etnografik mahiyette hiç yabana atılmayacak, “belgesel” değerinde kesitler sunması… Ercan, “yoksulluğun antropolojisi” olarak tanımlanabilecek bir eforla, sokağı kendilerine ev kılmış “Çekçekçiler”in (çöp toplayıcılar) hayatının etnofilmografisini çıkarmış adeta.
Bu bakımdan ben filmi izlerken yoksulluk kültürü dendiğinde antropoloji yazınında ilk akla gelen Amerikalı kültürel antropolog Oscar Lewis’i ve onun abide eseri; Mexico City’de bir yoksul ailenin otobiyografisini anlattığı, daha sonra sinemaya uyarlanmış Sançez’in Çocukları’nı da hatırladım. Lewis, şiddet, ölüm, acı çekme, yoksunluk, yıkılan yuvalar, çeşitli suçlar, saldırganlık ve yoksulun yoksula duyduğu acımasızlıktan kurulu bir dünyayı gözlerimizin önüne serer. Tıpkı Kâğıttan Hayatlar’da da çarpıcı ve sarsıcı şekilde ortaya serildiği gibi…
Bu yüzden Sançez’in Çocukları nasıl Lewis’in başlıklandırmasıyla bir belgesel roman, filmi de bir belgesel-film mahiyetinde ise Erdem-Ulkay ikilisine borçlu olduğumuz Kâğıttan Hayatlar da aynı doğrultuda belgesel-film denmeyi hak ediyor.
Akademik değerde bir başyapıt
Bütün söylediklerimizin sağlamasını yapmak gerekirse, edebi ve sanatsal yetkinliğin ötesinde kanımca sosyolojik, antropolojik ve psikolojik verilerle yüklü, dolayısıyla akademik değerde, üstelik mütevazılığı da elden bırakmadan yol almış bir başyapıtla karşı karşıyayız denilebilir.
Daha da söylenecek söz yok. Özdemir Asaf’ın dediği gibi:
“Sözün bitim yerini
olay ya da konu seçmez,
söz seçer.
Başlangıcını da
olduğu gibi.”
Söz de başlangıçta, “yoksulluğun kör memeleri” idi:
“ve işte türkiyeliyiz
hani deryâ içre olup da deryâyı bilmeyen balıklar gibiyiz
hamsiyiz karadeniz’de
çukurova’da pamuk
uzunyayla’da buğdayız
ege’de tütün
sınırboylarında gözü kara kaçakçılarız
istanbul’da kadillaklı karaborsacı
ve doğu dağlarında koçero’larız
eşsiz bir güzellikle çarpılmış gibi
uyumuşuz yoksulluğun körmemelerinde”
Hasan Hüseyin Korkmazgil / Kızılırmak)