F. Nesrin Karadağ
YERLİ FİLME FRANSIZ KALMAK
İstanbul film festivalinden iki film; Full Time ve Zuhal
Şimdilerde pek duymuyoruz belki ama 90’larda herhangi bir konuya, sohbete dahil olamadığımızda ya da konuyu anlamadığımızda “Fransız kaldım” derdik. Anlatıcı bizi muhabbetin dışında bırakmak isterse anlatılan kişileri tanısak bile hikâyeyi, neden anlatıldığını ve amacın ne olduğunu anlamakta güçlük çekerdik. Bu bazen anlamamakla bazen de anlatılan hikâye ile aramızda bağlantı kuramamamızla da ilgili olurdu.
Oysa hikayeler bize tanıdığımız bir yerden dokunduğunda Fransız bile olsa onu kavrayabilirdik. Hele de sinemanın evrensel oluşu düşünüldüğünde aslında sizin hiçbir anlatıya yabancı olmamanız bir yerinden ona temas edebilmeniz gerekir. Filmin başarı ölçütlerinden biri de budur. Beri taraftan yerli olanla aranızdaki bağ Fransız olandan sanki daha güçlü olmalıdır.
Şimdi size iki kadın ve dolayısıyla iki filmden söz edeceğim. Hangisi size daha Fransız?
Julie, Paris yakınlarında bir köyde yaşayan iki çocuklu yalnız bir kadın. Dört yıl önce pazarlama sektöründeki iyi pozisyonlu işini kaybetmiş, eşinden ayrılmış. İki çocuğuna bakabilmek için bir otelde temizlik görevlisi olarak çalışıyor ve onları daha iyi yetiştirebilmek için yaşam alanı olarak Paris’in bir banliyösünü değil de bir köyü tercih etmiş. Bir taraftan işini çok iyi yapan biri olduğunu otelde işini yaparken görüyor ve anlıyoruz. Diğer taraftan yeni işi görüşmeleri yapıyor. Hayatı hiç kolay değil evi uzak olduğu için sabah kör karanlıkta kalkıp çocukları bakıcısına bırakıyor ve trenle Paris’e işine gidiyor. Fakat Paris’teki toplu taşıma grevi ve toplumsal hareketlilikler Julie’nin ve diğer herkesin hayatını olumsuz etkiliyor. Eylemleri hem anlıyor hem destek veriyorlar ama hayat da akmaya devam ediyor. İşine ve dönüşte çocukları almaya geç kalmalar, eski eşinin göndermediği nafaka, ekonomik güçlükler öylesine gerçek olarak resmedilmiş ki, siz de onunla beraber izlerken bunalıyorsunuz. Ayrıca film çok önemli bir şey daha yapmış, diğer karakterler üzerinden Julie’nin tek olmadığını bunun bir kapitalist mekanizma olduğunu da bize göstermiş. Müzik, ışık ve filmin ritmiyle bu kadın hikayesi temposu hiç düşmeyen bir dram gerilime dönüşmüş. Filmin sonunda geç kalmaları ve iş görüşmeleri yüzünden söylemek zorunda kaldığı yalanlar nedeniyle Julie işini kaybediyor, bakıcı çocuklara artık bakamayacağını söylüyor. Tam umudumuzu kaybettiğimiz anda ne yapacağını bilemeyen Julie çocuklarını lunaparka götürüyor ve film o hızlı ve gerilimli temposundan çıkıyor, tuhaf şekilde işsiz kalmak hem onda hem bizde bir rahatlama yaratıyor. Yönetmen bizi işsiz ve umutsuz bıraktı ama rahatladık derken, çalan telefonla pazarlama sektöründeki eski işinden daha düşük bir pozisyonda yeni işine kabul edildiğini öğreniyoruz. Julie’nin yüzündeki umutlu gülümseme hepimize umut oluyor.
Karakterin eylemleri ile var olduğu, ikna edici, temposu bir dakika düşmeyen, çatışması tamamen gerçek bir film izlemenin hazzı ile akan yazılarla salondan çıkıyorsunuz. Filmin adı Full Time. Yönetmen Eric Gravel. Başrolde sevilen ve çok başarılı Fransız oyuncu Laure Calamy. Denk gelirseniz mutlaka izleyin.
Gelelim ikinci filme ve kadına; Zuhal üst orta sınıftan İstanbul’un güzide semtlerinden birinde bir apartman dairesinde yaşayan bir kadın avukat. Avukat olduğunu hemen anlamıyoruz çünkü Zuhal genellikle evde ve avukat olduğunu ilerleyen dakikalarda kendisi bize söylüyor. Avukatlığına dair gördüğümüz tek eylem ise eve gelen asistanıyla masa başında birtakım evraklarla gergin bir havada çalışıyor gibi görünmeleri. Bir de müvekkili olduğunu sonradan düşündüğümüz birileriyle yaptığı telefon görüşmeleri. Oysa dramatik yapıyı güçlendiren ve karakterin gerçekten o olduğuna inanmamızı sağlayan en önemli şey eylemleri olmalı. Zuhal’i eylemlerinde evde, uykusuz, gergin ve kimsenin duymadığı bir kedi sesini ararken görüyoruz. Yalnız mı yaşıyor yoksa sevgilisi ya da eşiyle mi, onu da pek anlayamıyoruz. Nedenini bilmediğimiz – iş için Dubai’ye gitmiş ama bu Zuhal’in yalnızlığını ve gerginliğini anlamamıza pek de hizmet etmiyor. Burada da çatışma eksik- bir şekilde sevgilisi uzakta. Sadece görüntülü ve sesli olarak telefon görüşmeleri yaptığını görüyoruz. Onda da ataerkili kısacık bir süre içinde üretmeyi başarıyor. Anlaşılan filmdeki ana işlevi de bu. Üst orta sınıf avukat bir kadının bile ataerkine esir düşebileceği film bize bu yolla gösteriyor. Zuhal bu eve yeni mi taşınmış yoksa eskiden beri mi orada onu da pek anlamıyoruz. Anlamasak ne olur diyebilirsiniz ama bu önemli çünkü bütün film apartmanda ve komşularla ilişkilerle ilerliyor. İlk sahnelerden birinde eve taşınan bir mobilya görüyoruz -bu bize yeni taşınıldığını düşündürüyor ama sonrasında buna dair hiçbir şey yok- mobilya koridordan geçemediği için film boyunca evin koridorunda kalıyor. Bu tamamlanmamışlık hissi filmin sonunda mobilya uzun uğraşlar sonunda yerine konulduğunda sonlanıyor. Adeta filmin başladığını ve bitmekte olduğunu bize bu mobilya anlatıyor. Ama bunun dışında işlevi olmayan boşuna bir sembolizm olarak kalıyor. Filmin sonunda koridordaki mobilyanın içine giren Zuhal’in bir şeylerden kaçmak istediğini anlıyoruz ama neden kaçtığını anlamamız pek mümkün olmuyor.
Film evler ve sesler üzerine kurulmuş. Kimsenin duymadığı kedi sesinin kaynağını ararken tüm apartman komşularıyla temas eden Zuhal’in çevresindeki sesleri de epey yoğun şekilde duyuyoruz ama maalesef bunlarda filme hizmet eden bir işlev görmüyor. Kedi sesi arayışı sırasında girip çıktığı evler ve komşular üzerinden hikâye ilerlesin istenmiş fakat komşular apartman görevlisi ve hatta Zuhal öyle basmakalıp ki, neredeyse hiçbiri karaktere dönüşemiyor ve tip olarak kalıyor. Bu da filmin sığ kalmasına ve amacını gerçekleştirememesine neden oluyor.
“Memlekette bunca dert varken bunu mu dert ettin?”. Komşusunun ağzında dökülen bu cümle -ya da bu manada bir cümle- filmin derdinin özeti gibi. Beş kediyle yaşayan bir kedi delisi olarak evet kedileri dert etmeyi ben de önemsiyorum. Ama film kedi sesinin önemsenmesine dair de eksik kalıyor. Filmin ana çatışmasını oluşturması gereken kedi sesi arayışının altı boş. Zuhal’in hiç kedi sever bir hali yok ve kediyi neden aradığını, bunu dert ettiğini de anlayamıyoruz. Filmin sonu düşünüldüğünde film boyunca bu nedensizliğin yol açtığı ruhi problemleri var galiba duygusu sonda kandırılmışlık duygusuna dönüşüyor. Bu ne bir metafora ne de bir derde dönüşmüyor. Ne yani hem memleketi hem kedileri dert edemez miyiz? Ederiz elbette ama Zuhal etmiyor maalesef. Kendisi ve kedi sesinden başka bir şeyi dert etmiyor gibi görünüyor. Bu yüzden de filmin niyet ettiğini düşündüğüm ana çatışma açığa çıkmıyor. Zuhal’in nedeninin bilmediğimiz zayıf iç çatışması da kedi bulununca sonlanıyor.
Kronolojik akan hikâyede hiçbir derinlik yok. Ne ne olduğunu ne de neden olduğunu sorgulayacağımız bir yapı da yok. Film maalesef daha gösterime girmeden eskimiş. Beş yıl önce projenin ilk adımlarının atıldığı günlerdeki Türkiye ile bugün arasında dağlar var. Bu da bunca ekonomik ve sosyal dertle uğraşan seyirciye doğrusu biraz tuzu kuruların züppeliği gibi görünüyor. Film bittiğinde içinizden “Eee yani?” deyiveriyorsunuz.
Jenerik yazıları akarken birdenbire burçak tarlası türküsü çalmaya başlıyor. Türkünün temposu ve duygusunun filmle alakası yok. Sözlerine kulak verdiğinizde ise kurulmak istenen bağlamı anlıyorsunuz. “Eğdirmem başımı yar yar çeker de giderim. Evini başına yar yar yıkar da giderim.” Fakat bağlam maalesef çalışmıyor. Biz Zuhal’in yalnız ve “başarılı” bir kadın olarak başını eğmediğinden çok tuzunun kuru olduğunu, evleri yıkarken de sadece kediyi duvardan çıkardığını görüyoruz. Yani öyle murad edildiği gibi zorlukları aşmış hayat karşısında dik durmuş bir kadın imajı maalesef seyirciye geçmiyor.
Film bu yalnız ve üst orta sınıf kadının “deli” mi yoksa “duyarlı” mı olduğu sorusunu merkezine alarak merak duygumuzu harekete geçirerek dikkatimizi canlı tutmaya çalışıyor. Fakat temel denkleminde bir hata var. Şöyle ki; Zuhal mutlu ve rahat bir kadın olsa ve olur olmaz yerlerde ve anlarda kedi sesini duysa bu bir anlam üretir ya da Zuhal, filmde olduğu gibi hafif gergin bir kadın olsa ve belli yönlerden gelen kedi sesi duysa bu da bir anlam üretir. Filmin sonunda kedinin boş olan dairenin duvarının içinden çıkması sesin hep aynı yönden gelmesini gerektirir ki, bunun içinde boş dairenin Zuhal’in dairesinin neresinde olduğunu bilmemiz ve kedi sesinin yönünün seyirciye bir şekilde sezdirilmesi ihtiyacını doğurur. Oysa filmde Zuhal gergin ve onun gerginliği bizi sonuna kadar kedi sesinin hayal olabileceğini söylüyor, sesin bir yönü yok, boş dairenin apartmanın neresinde olduğunu hiç bilmiyoruz. Buradaki denklemin zayıflığı ya da eksikliği dramaturjik olarak filmin inandırıcılığını büyük oranda zedeliyor. Yönetmenin gerçek bir hikâyeden yola çıkarak oluşturduğu film bu haliyle bizi kendisine ikna edemiyor ve etki gücü düşüyor. Çünkü sinema ve tiyatro gibi sanatlar gerçek hayatın mimetik birer yansımasıyken fazlalıklarından kurtulmalı ve yeni bir anlam üretmelidir. Yani gerçek bir şeyi olduğu gibi almak başta iyi bir fikir gibi görünse de umduğunuz sonucu o haliyle üretemeyebilir. Size gerçek olduğunda çok dramatik gelen yaşantı perde de “eee yani?” dedirtebilir.
Zuhal filmi Yönetmen Nazlı Elif Durlu’nun ilk uzun metrajlı filmi. Filmde başrolde Nihal Yalçın’ı izliyoruz. Zuhal yarı gerilim yarı komedi tadıyla ve iyi oyunculukların da katkısıyla kendini sonuna kadar izletiyor ama seyirciye yeni hiçbir şey sunmuyor. Kısa film olarak çekilse çok daha iyi olabilirmiş. 41. İstanbul Film Festivalinde Seyfi Teoman ilk film ödülünü de aldığını söyleyelim da haksızlık olmasın. Şimdi ödülü duyunca yazı ile ilgili şüpheye düşenler olacaktır. Bir de kendiniz görün derim. Zaten bu bir tanıtım değil eleştiri yazısı. İyi seyirler.
Not: Bu arada unutmadan söyleyeyim; ben kendi adıma Zuhal’e Fransız kaldım.