Tayfun Atay
Ölü deniz Marmara
Marmara’da İzmit Körfezi bölgesinde sanayileşmeyle birlikte 1970 başlarından itibaren fark edilir olan zehirlenme, ölüm ve çürüme, şimdi bu güzeller güzeli eşsiz iç denizin bütününde söz konusu. Ne diyor uzmanlar müsilaj felaketiyle ilgili değerlendirme yaparken, hatırlayalım: Marmara Denizi, aslında on yıllar önce, 1980’lerin sonunda öldü; bugün bu gördüğümüz müsilaj, sadece bir cesedin çürümesi… Ne kadar övünsek az! İstanbul’u da asıl şimdi “fethettik” denilebilir!..
1960’ların sonunda İstanbul girişinde Gebze ile Tuzla arasındaki Çayırova’da denizle tanıştım ben. Babam, Tarım Bakanlığı’nda memurdu ve Çayırova’da (şimdi Gebze Teknik Üniversitesi’nin bulunduğu yerde) Bakanlığa bağlı bir Ziraat Okulu (Ziraat Teknik Lisesi) vardı. Deniz kıyısına kadar açılan muazzam ve de muhteşem arazisiyle Çayırova Ziraat Okulu’nda Bakanlığın çalışanları için yazın 15’er günlük devreler halinde dinlenme kampı açılmaktaydı. İstanbul’da havalar malum; kamplar Temmuz-Ağustos arası 3 ya da 4 devre halinde düzenlenirdi.
“Bir Cennettir Çayırova!”
Çocukluğum, ilk gençliğim ve gençliğim her yaz Çayırova’da geçti. Hayatımda en derin, unutulmaz ve en güzel izleri bırakmış yerdir orası. Başlarda annem ve babamla beraber yılda bir devre, 15 gün giderdik. Sonraları Çayırova’da Ziraat Okulu bünyesinde çalışanların, dolayısıyla orada daimî kalanların çocuklarıyla kurulmuş arkadaşlıklar, bir “Çayırova kültürü”nün hayatımın parçası olmasına yol açtı. Artık yazın ailem bir devre kalıp dönse de biz “ahbap-çavuşlar” ne yapıp ediyor kampı iki ay tamamına erdirmekle de kalmıyor, kamp bittikten sonra bile bir hafta on gün daha bomboş arazide vur patlasın çal oynasın tatilimizi uzatıyorduk.
İlk gittiğim yıllarda kampa gelenler bir beton parçası üzerine dikilmiş ve içerisine 3 ya da 4 yatak yerleştirilmiş çadırlarda kalmaktaydılar. Sonra bir yaz baktık, geniş mi geniş iki odalı, tuvaletli ve elbette elektrikli prefabrik barakalar yapılmış. Tuvaletleri yaklaşık 50 metre uzaklıkta umumi olarak kullanımdaki, gece sadece mum ışığıyla aydınlanan çadırlar kaldırılmadıysa da onlara rağbet azaldı tabii bundan sonra… Ama biz “Gençler” hâlâ çadırlarda kalmayı sürdürdük.
Yüzmeyi Çayırova’da öğrendim; doğa ile iç-içeliği Çayırova’da duyumsadım; en değerli hatıralar, en unutulmaz dostluklar, en kalıcı iz bırakmış duygusal titreşimler hep Çayırova’da düştü hayatıma.
Hiç unutmuyorum, Gebze’den başlayan Haydarpaşa’da sona eren Anadolu Banliyösü tren hattının Çayırova’da durağı olduğu için, bir dönemin “efsane” istasyon şefi Adnan (Peşkircioğlu) Bey vardı; her yıl kampta düzenlenen eğlence gecelerinde kendi yazdığı uzun, naif ve komik bir “Çayırova” şiirini okumak için mutlaka sahne alırdı. İşte aklımda kalmış giriş dörtlüğü:
“Gelenleri gidenleri,
Şu ceryanlı trenleri
Seyret inen binenleri
Bir cennettir Çayırova…”
Kısmet olur da bir gün hayatıma ilişkin uzun soluklu bir metin kaleme alabilirsem Çayırova’nın orada en merkezi yerde olacağı kesin. Ama bu yazıda muradım, daha doğrusu derdim bu değil.
Derdim, artık müsilaj deposu bir ölü deniz haline gelmiş Marmara!..
Cennetin ölümü!..
Çayırova’ya ilk gitmeye başladığımız 1960’larda kamp sakinlerinin konakladıkları çadır ve barakaları, yemekhane, gazino ve plajın bulunduğu kıyıdan ayıran bir dere vardı ve bir köprü ile konaklama alanından plaj tarafına geçilmekteydi. Dere, kamp sakinlerinin denize girdiği kumsalın ötesinde bir mevkiden denizle buluşurdu.
İçerisinde kefallerin yüzdüğü şahane bir su kütlesiydi bu dere; öyle ki denizi bırakır derede yüzerdik. Şahane, şıkır şıkır bir su, Ziraat Okulu’nun kurulduğu ovanın dayandığı sırtta, Ankara-İstanbul asfaltının öte yakasındaki tepeliklerden süzüle süzüle süzüle iner, kampı ortasından ikiye bölerek, anasıyla kucaklaşan bir yavru misali denizle buluşurdu.
Derken bir gün, içinden hayat fışkıran bu derenin suyunda kimyasal yağ bezeleri belirmeye başladı. Geçici sandık, ama öyle değildi, aksine giderek arttı. Su donuklaştı, dere hastalandı.
Çünkü derenin kaynak aldığı yamaca, Ankara-İstanbul asfaltının öte yakasına, tepeye ARÇELİK kurulmuştu!.. Türkiye’nin her tarafına beyaz eşya ulaştırmada öncülük gururuna sahip işletme, ürettiği buzdolaplarını evlere yollarken ürettiği atıkları da bizim Çayırova’nın deresine yolluyordu. Artık derede yüzmek uygun değildi ve biz denizin yolunu tutmuştuk; kefaller de öyle mi yaptı, bilmiyorum. Sonuçta derede hayat, son bulmaya yüz tutmuştu.
Arçelik ve elbette zamanla onun da etrafında, Çayırova’nın yamacında pıtrak gibi çoğalan sanayi tesisleri, zehirli atıklarını pompaladıkça pompaladılar dereye. Evet, Türkiye sanayileşiyordu! Ama “hunharca” sanayileşiyordu. Bağlantılı olarak da dereler ölüyor, deniz-toprak-hava kirleniyor, ziraat verimsizleşiyordu.
O dönemin Çayırova Ziraat Okulu Müdürü, çocukluğumdan yetişkinliğime hayatımda unutulmaz yeri olmuş ve artık çoktan ebediyete intikal etmiş değerli insan Hüseyin Sinni çok mücadele etti, çırpındı, ilgili-yetkili mercilerle yazıştı-görüştü bu endüstriyel doğa-katliamını durdurmak, Çayırova’yı toprağıyla, deresiyle, deniziyle kurtarmak için… Arçelik ve diğer tesislerin atıklarını filtrelemeleri, arıtma tesisleri kurmaları yolunda resmi yaptırımlar getirilmesi için… Ama sonuç alamadı. O yıllarda çevreciliğin esamisi okunmuyordu ki memlekette. “Sanayileşecek, marş marş!” noktasındaydı herkes. Hele ki ülkenin ticari-ekonomik kalbi demek olan Marmara bölgesinde ziraat ile kaybedilecek zaman mı vardı!..
“Dikkat, koli basili!”
Biz gözümüzün önünde Çayırova’nın, havasıyla suyuyla, toprağıyla deniziyle yıl be yıl bitişine tanık olduk. Sanayi tesislerinin yanı sıra kırsal alanlardan yoğun iç göçle İstanbul’un sınırındaki Çayırova’ya akın eden yoksul kitlesel yerleşmelerden kaynaklı evsel atıklar da eklenmekteydi artık derenin suyuna…
Ve her kamp sezonu başında “Gençler” olarak bizim ilk işimiz de karnımızı içeri çeke çeke, göğüsleri öne çıkara çıkara plajda, derenin denize açıldığı noktaya doğru herkesin gözü önünde elde küreklerle ilerlemek ve denize açılan ağzı kapatmak olmuştu. Ne kadar naif ve nafile bir çaba değil mi?!.. Kumdan bir bent oluşturarak aklımız sıra denizi dereden akan pislikten koruyacağız. Halbuki o zehre kum mu dayanır! Olsun, yine de “kamp sakinleri”nin içini bir nebze rahat ettiren bir girişimdi bu; nihayetinde 15 gün boyunca kirli derenin temiz denize, görünürde de olsa akışını engelliyorduk ya, siz ona bakın!..
Bu mutlu illüzyon, 1970’ler tamamına erip 1980’lere merhaba dediğimiz yıllarda tamamen dağıldı. Artık yüzmek için deniz de çok riskli hale gelmişti. Buna rağmen “Dikkat, koli basili!” uyarılarına aldırmayarak denize girmeye devam ettik. Ama mesela 1984 yılını hatırlıyorum (özellikle Mazhar-Fuat-Özkan’ın “Ele Güne Karşı” kasetinin de yaza damga vurması nedeniyle!); artık yaşlıları geçtim, 20’li yaşların başındaki pek çok arkadaşımız da denizi kullanmaksızın kumda güneşleniyor ve serinlemek için soyunma kamaralarının yanı başındaki duşların yolunu tutuyordu.
Böyle böyle deniz de bitti Çayırova’da. En son 1985 yazında orada olduğumuzu hatırlıyorum. 1960’lardan 1980’lere, Marmara’nın İstanbul girişindeki sahil beldesi, Tarım bakanlığı kampı Çayırova yaklaşık 20 yıllık ömrünü tamamladı. Tabii çevredeki diğer sayfiyeler, Bayramoğlu, Eskihisar gibi yerler de.
Marmara’nın İzmit Körfezi bölgesi sanayileşme doğrultusunda ölüm fermanı en erken imzalanan bölge oldu. “Körfez” öldü ve ağlayanı yoktu. 90’lı yıllarda artık Çayırova Ziraat Okulu’nun yerinde (belki o büyülü “sanayileşme” söylem ve pratiği ile de daha uyarlı mahiyette) Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü vardı (sonrasında ve şimdi, Gebze Teknik Üniversitesi).
Çocukluğumun ölümü!
Birkaç yıl önce İstanbul’dayken efkârlandım ve çocukluğumdan yetişkinliğe açılan yelpazede hayatıma damga vurmuş “Çayırova kampı”na yol tuttum. Tuttum ama, girişini de zor buldum. Bizim kamp olarak kullandığımız bölgeye doğrudan üniversite kampüsü içinden erişimi bir türlü beceremedim. Yan taraftan, yine bir başka efsane olan Cam Fabrikası’ndan (“Çayırova Cam”) geçiş imkânı buldum ve “Kamp”ın plaj kısmına ulaştım.
Tabii ulaşmak, hüsrandı, hüzündü, hicrandı!.. Bir mezbeleyle karşılaştım. Üniversite için bir sosyal tesis olarak düşünülmüş bu alan belli ki kaderine terk edilmişti. Denizin önüne, gayet iyi anlaşılabileceği üzere (!) bir yüzme havuzu yapılmıştı (yine de iyi, çünkü biz güneşlenip denize girmek yerine duşa yol tutuyorduk!). Ama artık kullanılmadığı için o da dökülmekteydi.
Kumsal da kalmamıştı. Dalgaların kıyıya vurduğu yere kadar otlar her yanı kaplamıştı. Yine o malum ve de “meşum” yere doğru yürüdüm: Evet, dere kapkara halde boşalmaya devam ediyordu ve görüntü tahammül ötesi haldeydi.
Deniz mi?.. Küsmeyi bırakın, çoktan ölmüştü.
Ben de orada o an çocukluğumun öldüğü hissine kapıldım!..
“Denizlerin öfkesi, sizi boğacak!”
Marmara’da İzmit Körfezi’nde büyük ölçekli olarak 1970 başlarından itibaren fark edilir olan zehirlenme, ölüm ve çürüme, şimdi bu güzeller güzeli eşsiz iç denizin bütününde söz konusu. Ne diyor uzmanlar müsilaj felaketiyle ilgili değerlendirme yaparken, hatırlayalım: Marmara Denizi, aslında on yıllar önce, 1980’lerin sonunda öldü; bugün bu gördüğümüz müsilaj, sadece bir cesedin çürümesi!..
Aynı konuda hafta içinde Ekoloji Birliği tarafından eş sözcüler Süheyla Doğan ve Derya Akyol aracılığıyla bize ulaşan, “Müsilaj Doğal Bir Olay Değil, Öldürülen Marmara’nın İsyanıdır” başlıklı basın bülteninde yer alan bilgi ve yorumlar da bizim Çayırova özelinde kıyısından-köşesinden 20 yıla yakın süre gözlemlediğimiz katliamın çarpıcı ve iç-sızlatıcı bir özetini politik bir duyarlılıkla sunuyor:
“Yaklaşık iki aydır Marmara Denizi’nin birçok noktasında, kıyısında ve gün geçtikçe tüm illerinde karşımıza çıkan bir kirlilik ile karşı karşıyayız. ‘Fitoplankton, alg patlaması, müsilaj’ ya da yerlilerin dili ile ‘deniz salyası’ denilen, denizin üzerini örtü gibi kaplayan altını ise ağ misali saran, kurutan ve öldüren bu tabaka bir doğa olayı değildir, doğal da değildir. Marmara’da yıllarca hiç düşünülmeden yağmalanan bir ekosistemin öfkesidir… Kapitalist sistemin doğal varlıkları yağmalayarak meydana getirdiği ekolojik yıkımın bir sonucudur.
Marmara, bu ülkenin tek iç denizidir. Doğal kaynakların yok ederek ve kirletilerek inşa edilen sömürü düzeni nedeniyle ölü bir tuzlu su yatağına dönüşmüştür. Marmara Denizi, gerekli arıtmalar yapılmadan deşarj edilen evsel ve endüstriyel atıksular, derin deniz deşarjları, büyüklü küçüklü binlerce sanayi tesisinin boşalttıkları zehirli sular, gemilerden kaynaklanan balast ve sintine suları, dip taramaları, kıyı kumullarının yok edilmesi ve daha birçok kirlilik yükü ile katledilmiştir. Sayısız türün ve milyonlarca çeşitliliğin ev sahibi olan Marmara’da artık biyoçeşitlilik yok edilmiş ve tür sayısı iyice azalmış, kirliliğe dayanıklı bazı türler istila etmeye başlamıştır. Sonucu da müsilaj gibi olaylardır.
Bilimsel yaklaşım ve politikadan uzak kurumlar yıllardır yapılan uyarılara ve gerçekliklere kulaklarını tıkayarak, sorunları görmezden gelerek ve zamanında çözüm üretmeyerek Marmara’nın ölümüne neden olmuşlardır. Aynı kurumlar konuyu odağından saptırmaya devam etmekte ve sorumluluktan kaçmaktadırlar. Müsilaj sonuçtur; neoliberal politikalar ile sermayeye peşkeş çekilen bir denizin hikayesidir. Ancak bu hikâye böyle bitmeyecektir.
Yaşam savunucuları olarak öfkeliyiz. Marmara Denizi’nin isyanı olmak zorundayız. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde müsilaj sorunu araştırılması konusunda önerge veren vekillere ‘hayır”’yanıtını verenleri unutmayacağız. Bu sömürü ve yağma düzeninin sürdürülemeyeceğini söyledik söylüyoruz, görmekten kaçtığınız tüm sorunların takipçisi olmaktan geri adım atmayacağız.
Öldürdüğünüz canlar hesap soracak, denizlerin öfkesi sizi boğacaktır…”
Boğulan Göl: Beyşehir
Memleketin can sularına yönelik “çevrekırım” pratiklerine şahitliğim Çayırova’dan mı ibaret, hayır. 1990’ların sonunda da Beyşehir Gölü’nde olup biten katliam üzerine bu defa araştırıcı-antropolog olarak bir çalışma yürüttüm. Endüstriyel bir ihraç ürünü olması hedefiyle göle “ekilen” etçil balık, bir tatlı-su levreği olan Sudak, gölün bütün endemik balıklarını yemiş-bitirmiş, planktonlarla beslenen bu balıklar tükendiği için gölde otlanma, dolayısıyla dipte balçık artmış, üstte de su seviyesi düşmüş; ayrıca civar ovalardaki sulu tarım için ha bire çekilen su nedeniyle dünyanın sayılı tatlı su göllerinden olan Beyşehir Gölü mahvolmuştu. Üstelik Beyşehir’den önce aynı çevrekırım hikayesi; aynı endüstriyel balıkçılık hayali ve Sudak balığı eşliğinde Eğirdir Gölü’nde yaşanmış/yaşatılmış, hayrettir ki ders alınmak yerine aynı hikâye ardından Beyşehir’de sahneye koyulmuştu!..
Memleketin gölleri, insanın yapıp etmeleriyle “boğuldu”, çürüdü, kurudu. Tuz Gölü “Tuz Çölü” oldu. Şimdi “boğulma”, çürüme, bir “tuz çölü”ne dönüşme sırası Marmara’da. Ne kadar övünsek az! İstanbul’u da asıl şimdi “fethettik” denilebilir!..
Artık denizi rüyada görürsünüz!
Biliyorsunuz, yukarıda sıralanan çevrekırıma uğramış göllerin kuruyan bazı bölgelerinde insanlar tarımsal faaliyete başlamış bulunmaktalar. Güler misiniz, ağlar mısınız?!.. Tarım toprakları imara açılıp betonlaştırılırken, kuruyan göl alanları da tarıma açılıyor!..
Felaket tellalı olmak istemiyorum, ama Marmara Denizi’nde de gelecekte aynı süreç işlerliğe girer mi diye kaygı ve korkuyla sormaktan alamıyorum kendimi… “Marmara”yı da tarıma açarlar mı dersiniz?..
Yoksa, hayır hayır, bunları tarım da kesmez, imara-betonlaşmaya açarlar mı dersiniz?!..
Her neyse!.. Ben bazen rüyamda Çayırova’ya dönüyorum; bizim kamp yeniden açılmış, denize girmeye başlamışız yine, kirlilik de kalmamış, su tertemiz!..
Marmara’da da bir deniz olduğunu, Haliç’te balık tutulduğunu, Boğaz’dan balıklama suya atlandığını ancak rüyada göreceğiniz günler de artık hiç uzak değil!..