Sinan Tepe
Modern Batının Rasyonelliği ve Utanç
Coetzee, Utanç romanıyla birlikte bizlere David Lurie’nin hayatını anlatırken aslında Güney Afrika’nın da yaşadıklarını anlatıyor. Apartheid sonrası hayatı nasıl sürdüreceğini bilemeyen iki ayrı grubun davranışlarına odaklanıyor. Coetzee yalnızca beyaz ırkın utancına odaklanmıyor. İnsanların hayvanlar karşısındaki, erkeğin kadın karşısındaki utancını da ele alıyor.
Tüm davranışları belirlenmiş insan topluluğu hayali kurmak, şüphesiz ki bir toplum mühendisliğini beraberinde getirir. Rasyonelleşmenin etik değerlere sahip olmak gibi bir zorunluluğu olmadığını da düşünürsek, dünya üzerinde ‘akıl tutulması’ olarak değerlendirdiğimiz katliamlar ve soykırımların kendi içinde bir rasyonel davranış olduğunu fark edebiliriz
Modern Batı dünyasının rasyonelleşme sürecine en çok kafa yoran düşünür, muhtemelen Alman Sosyolog Max Weber’dir. Toplumların, insanı denetleyen gayri-insani teknolojilerin boyunduruğuna nasıl girdiğine dair sorular sormuştur. Rasyonelliğin çeşitli biçimleri, farklı zamanlarda tüm toplumlarda var olmuştur ancak Weber’in formel rasyonellik olarak adlandırdığı şey Batı toplumunun bir özelliğidir.
Weber’e göre formel rasyonellik, “insanların verili bir amaç için optimum araçlara ilişkin arayışını biçimlendiren kurallar, düzenlemeler ve büyük toplumsal yapılardır” (Ritzer, 2020:71). Bireyler bu sistemde, bir hedefi yerine getirirken kendi başlarına bırakılmazlar. Formel rasyonelliğin gelişimiyle birlikte, onlara yapacaklarını buyuran kurumsallaşmış yapılara ve kurallara başvurmak zorundadırlar. Bu sistemde insanlar çok az tercih hakkına sahiptir. Formel açıdan rasyonel bir sistemde, hemen hemen herkes aynı tercihi yapmak zorunda, aynı davranışı sergilemek mecburiyetindedir.
Weber, formel rasyonelliğin en önemli uygulayıcısı olarak ‘bürokrasi’ kavramını ele alır. ‘Demir Kafes’ olarak adlandırdığı bürokrasi, insan benliğini yok eden, onu hapseden ve tüm insani özelliklerini elinden alan korkunç bir yapıdır. Weber, bürokrasi ile ilgili görüşlerini belirtirken onun toplumun tüm kesimlerinde etkili bir güç haline gelmesinin korkunç sonuçlar doğuracağını belirtmiştir.
Tüm davranışları belirlenmiş insan topluluğu hayali kurmak, şüphesiz ki bir toplum mühendisliğini beraberinde getirir. Rasyonelleşmenin etik değerlere sahip olmak gibi bir zorunluluğu olmadığını da düşünürsek, dünya üzerinde ‘akıl tutulması’ olarak değerlendirdiğimiz katliamlar ve soykırımların kendi içinde bir rasyonel davranış olduğunu fark edebiliriz. Belirlenmiş insan davranışı hayali kurmak nihayetinde idealize edilmiş bir topluma gönderme yapar ve toplum içerisinde ‘virüs’ olarak tanımlanan grupların yok edilmesiyle sonuçlanır.
Weber 1920 yılında hayata gözlerini yumdu fakat yaptığı uyarılar ve korkunç kaçınılmaz son, kendisini Nazilerin iktidarıyla gösterdi. Bauman, Modernite ve Holocaust adlı eserinde, soykırımın, modern bürokratik rasyonelliğin bir paradigması olduğunu söyler. Aslında soykırımın bir sapma olmadığını, Batı medeniyetinin dünya görüşüne ve ruhuna uygun olduğunu dile getirir. Soykırım esasen tamamen rasyonelleşmiş ve davranışları idealize edilmiş bir toplum mühendisliği olarak değerlendirilebilir. Örneğin Nazilere göre mükemmel toplum, Yahudilerden, çingenelerden, eşcinsellerden ve engellilerden arındırılmış bir toplumdu.
Modern Batı siyasetinin, özellikle sanayi devriminden sonra dünya genelinde gösterdiği sömürgeci reflekslere bakarsak, aslında kendi içerisinde tutarlı ve rasyonel davranışlar sergilediğini görebiliriz. Kendi geleceklerini garantiye almaya çabalayan bu güçler, yer altı zenginliklerinden dolayı dünya üzerindeki birçok topluluğa soykırımı ve katliamı reva görmüşlerdir.
Coetzee Edebiyatı
Nobel ve Man Booker ödüllü Güney Afrikalı yazar Coetzee, eserlerinde genellikle sömürge topraklardaki toplulukların karşıtlıklarını ele almıştır. Ataları 17. yüzyılda Hollanda’dan Güney Afrika’ya göç eden Coetzee, 1940 yılında Cape Town’da dünyaya geldi. Matematik öğreniminin ardından edebiyata yönelmiş ve bu alanda profesörlüğe kadar ulaşmıştır. Güney Afrika’da beyaz ırkın ayrıcalıklı ve üstün olduğu, ulusal partinin resmi ideolojisi olan beyaz ırkçılığın hüküm sürdüğü Apartheid (Afrikaanca ayrılık) dönemine tanık olan Coetzee, eserlerinde ırkçılık başta olmak üzere kadın hakları, eşcinsellik ve hayvan hakları gibi temaları işlemiştir.
Coetzee’nin 1999 yılında kaleme aldığı Utanç romanı, aslında onun edebiyat anlayışının bir özeti gibidir. Kadın-erkek ilişkilerinden, ırkçılığa, hayvan haklarından eşcinselliğe kadar birçok alanla ilgili tartışmalar yürütür bu eserinde.
Romanın başkarakteri David Lurie, 52 yaşında, başından iki evlilik geçmiş, Cape Town’da yaşayan bir akademisyendir. Modern Diller üzerine uzmanlığı bulunan David, üniversitede öğrencilere romantik dönem şairlerini okutmaktadır. Ünlü doğa şairi Wordsworth üzerine çalışmaları bulunan David, sık sık kendisini romantik dönem şairlerinden Lord Byron ile özdeş kılmakta ve onun üzerine bir çalışma yapmayı planlamaktadır.
Roman, David Lurie’nin adının bir skandala karıştığı bölüm ve şehri terk ederek taşrada yaşayan kızının yanına gittiği, başına burada başka bir felaketin geldiği bölüm olmak üzere iki parçalı bir yapı sunmakta. İncelemeyi bu iki bölüme ek olarak, David’in Byron hayranlığını da ekleyerek üçüncü bir gölge bölümle birlikte değerlendirmek isabetli olacaktır.
Nüfuzunu Kullanan Bir Beyaz
David, 52 yaşında ve yalnız yaşayan bir erkek olarak, kendi deyimiyle ‘cinsellik sorununu oldukça iyi çözümlemiş’ ve Perşembe günlerini Soraya adında bir hayat kadınıyla birlikte geçirmektedir. Yaklaşık bir yıldır düzenli bir biçimde onu ziyaret ediyor ve gün geçtikçe kendisine yakınlık duymaya başlıyordur. David zamanla Soraya’nın hayatına daha fazla girmek istese de her defasında reddedilmektedir. Sık sık özel yaşamını sormaktadır ona. Soraya, adından da anlaşılacağı üzere beyaz ırktan biri değildir. Evli ve iki çocuk annesi olan Soraya, görünen o ki ekonomik sıkıntılarından dolayı bu işi yapmaktadır. Bu yüzden ‘gerçek’ hayatına hiçbir şekilde müdahil olunmasını istememektedir. Fakat David, her öz güvenli, eğitimli, beyaz ırktan bir erkek gibi kendinde bu hakkı görmektedir. Soraya’nın çalıştığı ajanstan telefon numarasını bularak evini arar örneğin. Tabii bu olay neticesinde Soraya’yı bir daha göremez.
David hakkındaki ilk izlenimlerimizi, onun Soraya’yla olan ilişkisinden edinebiliyoruz. David bir akademisyendir. Şiire ve müziğe karşı oldukça ilgilidir. Hayatını, toplumların bağımsızlık mücadelesi uğruna feda eden Lord Byron hayranıdır. Fakat tüm bunların yanında, bir hayat kadınının özel yaşamı olabileceğini düşünmez. Soraya’nın renginin siyah olmasından dolayı ona tahakküm kurabileceğini düşünür. Evini aradığı zaman içinden ‘Emrediyorum! İstiyorum’ diye geçirecek kadar üstelik…
Perşembe günlerinin boş geçmesiyle birlikte boşluğa düşen David, kısa bir zaman sonra kendi öğrencilerinden Melanie adında genç, siyah bir kadına ilgi duymaya başlar. Melanie’yi ısrarla evine davet eder. Genç kadın, gönülsüz biçimde bu davetleri zaman zaman kabul eder. Melanie’yi bulamadığı zaman evine gider David. Kızcağız her ne kadar rahatsız olsa da, aralarındaki asimetrik ilişkiden dolayı sesini çıkaramaz. David, yine bir gün ısrarları sonucu evine getirdiği Melanie ile sevişir. Bu sevişme tek taraflıdır. Melanie hiçbir biçimde eşlik etmez ve tepki vermez. Aslına bakacak olursak, David akademisyen kimliğinin nüfuzunu kullanarak tecavüz etmiştir Melanie’ye.
Bu olaydan sonra Melanie, David’in derslerine gelmemeye başlar, eve kapanır ve sonunda intihar etmeyi dener. David’in öğrencisiyle birlikte olduğu haberi kısa sürede yayılır. Melanie’nin ailesi, üniversite yönetimi bu skandaldan haberdar olur.
David, Soraya olan ilişkisine benzer şekilde, Melanie’ye de nüfuzunu kullanarak tahakküm kurmuştur. Üstelik Melanie de Soraya gibi siyah ırktan bir kadındır. Aslında burada gizli bir anlatı olduğu kanısındayım. David, Melanie’yle ilk buluşmasında ona, “Bir kadının güzelliği yalnızca onun malı değildir (…) onu paylaşması gerekir,” derken, adeta beyaz ırkın sömürgeci tarafını göstermektedir. Güney Afrika, elmas ve altın madenleriyle, rasyonel Batı tarafından eşsiz bir güzellik olarak görülmektedir ve bu güzelliği modern dünya ile paylaşması beklenmektedir. Paylaşmadığı takdirde ise uğrayacağı şey ‘rasyonel’ tecavüzdür.
David’in kadınlarla kurduğu ilişki dürtüseldir ve genellikle siyahi kadınlarla birlikte olmaktadır. Bu ilişkiler karşılıklı gönül rızasıyla da cereyan etmemektedir. Romanın son bölümlerinde kızı Lucy ile sohbet eden David, Lucy’den şu sözleri işitecektir; “Belki erkekler, kadından nefret etmenin seksi çok daha heyecan verici olduğunu düşünüyorlardır.” David’in yaşadığı dürtü belki de böyle bir şeydir. Belki de içinde atalarından kalma gizli bir ırkçılık vardır ve siyahi kadınlarla birlikte olmasının temelinde bu gizil nefret vardır.
Üniversite yönetiminin soruşturması dışında herhangi bir hukuki yaptırıma uğramayan David, tıpkı adı skandallara karışarak İngiltere’yi terk etmek zorunda kalan idolü Lord Byron gibi Cape Town’ı terk eder (bir süreliğine) ve taşraya, kızı Lucy’nin yanına yerleşir.
Nefret Edilmenin Şoku
Lucy, şehir yaşamını terk edip kasabaya yerleşmiş, çiftlik hayatı süren eşcinsel bir kadındır. Yakın zamanda sevgilisi Helen’den ayrılan Lucy, yetiştirdiği çiçekleri ve sebzeleri pazarda satarak hayatını sürdürmektedir. Petrus adında siyahi bir yardımcısı olan Lucy, çiftliğinde birçok köpek de beslemektedir.
David’in Lucy’nin yanına gelmesinden kısa bir zaman sonra korkunç bir olay yaşarlar. Üç tane siyahi gencin saldırısı sonucunda David ağır yaralar alır ve kızı Lucy tecavüze uğrar. Saldırganlar birkaç ev eşyasının yanı sıra David’in otomobilini de alıp uzaklaşırlar.
David, bu felaket sonrasında saldırganların yakalanması için elinden geleni yapma niyetindedir fakat Lucy son derece tepkisizdir. David, bu durumu olayın şokuna bağlamaktadır fakat durum sandığından da karışıktır. Lucy, çiftlik hayatına devam etmek için onlarla kavga etmeyi istemez. Bir nevi hayatta kalabilmek için ödün vermesi gerektiği düşünür. David, Lucy’nin bu düşüncelerini inanılmaz bulsa da bir türlü onu çiftliğinden ayrılmaya ya da şikâyetçi olup olayın peşine düşmeye ikna edemez.
Lucy, onların aslında basit hırsızlar olmadığını, asıl işlerinin tecavüz olduğunu anlatacaktır David’e. Bir nevi ‘vergi tahsildarı’ gibi hareket ettiklerini söyleyecektir. Ve daha önce de benzer bir olay yaşadığını itiraf edecektir David’e.
David’in bu bölümde yaşadığı duygu durumunu ‘nefret edilmenin şoku’ olarak adlandırabiliriz. Ayrıcalıklı sınıftan-ırktan-cinsiyetten bir insan olarak David, ilk defa yaşamaktadır bu durumu. Neden saldırıya uğradıklarına anlam veremez bir türlü.
Saldırganlardan birini Petrus’un verdiği partide görürler bir gün. David çocuğa dönüp onun bir saldırgan olduğunu ve polise teslim edilmesi gerektiği söyler. Lucy araya girerek engeller David’i ve eve döndüklerinde partiyi mahvettiğini söyler. Bu saldırgan çocuğu daha sonra Petrus evlat edinir. Kısacası saldırganların başına hiçbir şey gelmez.
Okuyucu eminim bu bölümde oldukça rahatsız olacaktır fakat unutulmamalıdır ki David’in de başına hiçbir şey gelmedi. Nitelik bakımından farklı olsa da, David’in de siyahi saldırganların da yaptıkları şey özünde aynıydı. Farklı olan tek şey David’in eylemlerinin ‘rasyonelliğiydi’.
Romanın ikinci bölümünü oluşturan, David ve Lucy’nin başına gelenler, aslına bakacak olursak tarihsel bir ters anlatı özelliği taşımaktadır. İlk bölümde Güney Afrika’yı temsil eden Soraya ve Melanie’nin yerini bu kez Lucy almıştır. Lucy de yaşadıkları karşısında, hayatta kalma içgüdüsünün etkisiyle sessiz kalmaktadır. Beyaz adam tarafından toprakları işgal edilen yerli halk gibi karşı duracak gücü yoktur. Gaspa ve tecavüze uğrar, fakat hayatına isyan edemeden devam eder. Tıpkı yüzyıllar boyunca aynı yıkımlara uğrayan Afrikalılar gibi. Lucy, saldırganları ‘vergi tahsildarları’ olarak tanımlarken de bu duygu vardır metinde. Coetzee bir bakıma felaketleri beyazların başına getirerek bir empati kurulmasını amaçlamıştır.
Romandaki Gölge
Romanın gölge bölüm olarak okunabilecek kısmı olan David’in Lord Byron ile özdeşlik kurduğu parçaları incelemeden önce Byron’dan da biraz bahsetmemiz gerekir. Byron, 1788 yılında soylu bir muhafız subayının oğlu olarak Londra’da dünyaya gelmiştir ve doğumundan bir yıl sonra Lord unvanını almıştır. Romantik akımın da önemli bir ismi olan Lord Byron siyaseten, bağımsızlık mücadelesi veren toplulukların yanında olmuştur. 1809 yılında Lordlar Kamarası’nda yaptığı konuşmada, İrlanda’daki durumların düzeltilmesi gerektiğini savunmuştur. Siyasi yaşamının yanı sıra, yaşadığı ilişkilerle adının skandallara karışması neticesinde 1816 yılında İngiltere’yi terk etmiştir. Bir süre İtalya’da yaşayan Lord Byron aynı zamanda sıkı bir filhelenisttir (Yunanistan’ın bağımsızlık mücadelesi yürütenlerin savundukları akım; Yunanperverlik). İtalya günlerinin ardından Yunanistan’a geçen Lord Byron, burada Osmanlılara karşı başlayan isyana katılmayı amaçlamıştır. Fakat savaştan kısa bir süre önce yakalandığı hastalık neticesinde hayata gözlerini yummuştur.
David Lurie ve Lord Byron’un en belirgin benzerliği, şüphesiz, yaşadıkları ilişkiler ve adlarının karıştığı skandallardır. Üstelik iki isim de bu skandallar neticesinde yaşadıkları alanları terk etmek zorunda kalmışlardır. Byron, hayatı boyunca bağımsızlık mücadelesi veren toplulukların yanında olmuş ve bu uğurda hayatını kaybetmiştir. David, her ne kadar gizli ırkçı refleksler gösterse de, söylemleriyle siyah ırkın yanındadır. Bu ülkedeki köpeklerin dahi siyah adam gördüğünde hırlaması için eğitildiğini söyler örneğin. David’in Melanie ile yaşadığı ilişki ve adının karıştığı skandal sonrası, kadın hareketinden birkaç kişi ders vereceği sınıfta, tahtaya ‘Sonun Geldi Kazanova’ yazmışlardır. Lord Byron’un da en önemli eserlerinden birinin ‘Don Juan’ olduğunu belirtmek gerekir. Lord Byron, Don Juan eserinde, İngiltere, Rusya ve Osmanlılardaki soyluların hayatını eleştirel biçimde ele almaya çalışmıştır. Byron soyluların hayatına eleştirel yaklaşırken kendisinin de çoğu zaman onlar gibi yaşadığını belirtmek gerekir. Çelişkili yapısı itibariyle David, bu yönden de benzemektedir Lord Byron’a… David hem ırkçılık bakımından hem de kadınlarla kurduğu ilişkiler bakımından tam bir çelişki yumağıdır.
Coetzee, Utanç romanıyla birlikte bizlere David Lurie’nin hayatını anlatırken aslında Güney Afrika’nın da yaşadıklarını anlatıyor. Apartheid sonrası hayatı nasıl sürdüreceğini bilemeyen iki ayrı grubun davranışlarına odaklanıyor. Coetzee yalnızca beyaz ırkın utancına odaklanmıyor. İnsanların hayvanlar karşısındaki, erkeğin kadın karşısındaki utancını da ele alıyor.
İyi okumalar!..
(Kaynaklar: George Ritzer, Toplumun Mcdonaldlaştırılması; Zygmunt Bauman, Modernite ve Holocaust; J. M. Coetzee, Utanç)