Memetcan Demiray
Marketin kadar konuş!
Nereden alışveriş ettiğimiz, ne aldığımız ve tabii ne alamadığımız sadece kişisel tercihlerimizi değil, aynı zamanda bir ülkenin sosyolojik durumunu yansıtıyor. Venezuela halkı prezervatife ulaşamazken Kuzey Kore cipsleriyle övünüyor. Bizde ise her mahalleyi saran "üç harfli" ucuzluk marketleri, ürün gamı ve müşteri profiliyle aslında nasıl bir dönemden geçtiğimizi anlatıyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba'nın geçen hafta yayınladığı bir rapor, "ciddi gündem"ler arasında kaynadı gitti. Zincir marketleri konu eden raporda Ağbaba, "her mahalleye yayılan" A101, Şok ve BİM'i "kanser hücreleri"ne benzetiyor; özellikle pandemi şartlarında "haksız rekabet"le suçluyordu. CHP'ye göre küçük esnafı mağdur eden ve AKP iktidarıyla yakın ilişkide olan bu marketlerin çok sıkı denetlenmesi ve hatta gerekirse ciddi şekilde kısıtlanması şarttı.
Haber duyulur duyulmaz ilk tepki, Y ve Z kuşağına mensup liberal gençlerden gelecekti. Ne yani; "yasakçı CHP zihniyeti" şimdi de alışveriş özgürlüğümüze mi göz dikmişti? Kaldı ki isteyen istediği marketten alışveriş etmekte serbestken ucuz seçenekleri eleştirmek neyin nesiydi? Ayrıca birkaç bakkalı kurtaracağız diye sektörde tam 141 bin kişiye istihdam sağlayan bu marketleri kapatmak, modası geçmiş "devletçilik" değil miydi?
Bir ülke klasiği gerçekleşmiş; sadece iyi ve kötünün, akla karanın seçilebildiği radikal bir tartışmanın fitili ateşlenmişti.
LIDL'IN YERLİ VE MİLLİSİ: BİM
Oysa her konuda olduğu gibi burada da ara tonlar vardı ve hele söz konusu alışveriş kültürüyse işin sosyolojik boyutuna da bakmak lazımdı.
Öncelikle "indirim (discount) marketleri" hayatımıza AKP ile girmemişti. Henüz 90'larda açılan Migros'un yan kuruluşu Şok ve Sabancı bünyesindeki DiaSA, bu türün ilk örnekleriydi. Ve en önemli özellikleri, son kullanma tarihi yaklaşan ürünleri ya da alternatif markaları, çok daha küçük dükkânlarda, çok daha ucuza satmalarıydı. Bugünden en önemli farkları ise hepsinin kendine özgü, son derece hesaplı ve cazip seçenekli içki reyonları bulunmasıydı.
Aynı dönem (1995) açılan BİM ise Avrupa'daki LIDL'ları örnek alıyor, kolilerin yığıldığı reyonlarda şatafattan kaçınarak "toptan fiyatına perakende" anlayışını hayata geçiriyordu. Türkiye'nin alışık olmadığı bu "salaş konsept"e ilk başlarda burun kıvrılması bir yana; BİM'in asıl ayırt edici yanı içki satmamasıydı ve bu nedenle adı, "Birleşik İslami Marketler"e çıkacaktı.
TOBLERONE İLE SINIF ATLAMAK
Elbette dileyen dilediğini satardı ve BİM'in de model aldığı LIDL gibi müthiş İtalyan şarapları sunma gibi bir zorunluluğu yoktu. Hem Le Cola ve plastik şişe ayran neyimize yetmiyordu?
Nitekim "ucuzluk marketleri"nin nasıl bir toplumsal dönüşüme tekabül ettiği, 2000'lerde Şok el değiştirip "muhafazakâr sermaye"ye geçince ve 2008'de A101 açılınca daha iyi anlaşılacaktı. Hızla açılan yeni mağazalarla her mahalleye girilmiş, "harca harca bitmez" dönemi başlamıştı! Kanada mercimeğinden "sucuk benzeri ürün"e, hazır "piliç nugget"tan dondurulmuş "kalem böreği"ne (!) kadar her şey, çok uygun fiyatlara satılmaktaydı. Hatta bazı cumalar 4K Ultra HD televizyon alma şansımız bile vardı ki bunun için sabah 7'de kuyruğa girmek şarttı!
Eskiden ancak Avrupa'dan getirilen Toblerone ve Snickers'lar şimdi kasa arkalarında, "milli irade"nin de kolayca ulaşabileceği raflardaydı. Bu anlamda "üç harfliler", bir tür sınıf atlama noktasıydı.
BİR LÜKS SİMGESİ: KARS GRAVYERİ...
Üstelik son yıllarda derinleşen ekonomik krizin de etkisiyle sadece "milli irade"yi değil, seküler kesimi de mıknatıs gibi kendine çekecekti "ucuzluk marketleri"... BİM poşetinin sosyal medyada espri konusu olduğu günler geride kalmış, "ayağını yorganına göre uzatma" devri başlamıştı. Eh, Saray Muhallebicisi'nde 13 lira olan kazandibini mısır şurubu katkısıyla 3,25'e yemenin de başka yolu kalmamıştı!
Ayrıca kime neydi?!.. Canı isteyen kilosu 150 liraya dana sosisi ve hatta lokum bonfilesini Makro Center'da bulabilirdi! Hem şarküterinin öldüğü, meze kültürünün "aç-bitir" ambalaja girdiği, kuruyemişin "lüks" haline geldiği "yeni Türkiye"de Kars gravyeri aramak ne demekti?!..
"Varoşun tercihi" olmaktan çıkıp "merkez pazar" haline gelen "üç harfliler"le herkes yetinmeli ve orada bulduklarıyla haline şükretmeliydi.
MARKETLER NE ANLATIYOR?
Görülüyor ki basit bir içki reyonuyla başlayan bir ayrışma, 20 yıl gibi kısa sürede toplumların yeme - içme kültürlerini ve standart hayattan beklentilerini derinden etkileyebiliyor. Kimileri ince bulgurdan Barilla burgu makarnaya "terfi" ederken kimileri de "ada maltları"yla iyi gidecek bir somon fümeyi çoktan unutmuş, indirimde donuk uskumru kovalıyor.
Bu sırada Venezuela'da bir kutu prezervatif 4, asgari ücretse sadece 1,5 Amerikan doları olduğu için doğum kontrolünde ciddi sorunlar yaşanıyor. Her yeni bebekle kadınların omzundaki yük daha da artıyor.
Bu sırada Kuzey Kore'de ülkeyi "sevdirmek" isteyen Youtuber'lar, süpermarketlerinde çikolata ve cips gibi her türlü abur cuburun bulunduğunu paylaşıyor. Bunu bir "refah simgesi" olarak yansıtıyor.
Bu sırada Almanya'da Covid-19 nedeniyle evde votka ve likör tüketimi patlarken "sosyal içicilik" durduğu için bira firmaları iflasın eşiğine geliyor.
Ve Suriye'de eve bir kap yemek götürmek için kadınlar saçlarını peruk tüccarlarına satarken Beşar Esad televizyon kanallarına "Yemek programlarını kaldırın. İnsanları özendirmeyin!" diye tavsiyede bulunuyor!
Yani marketler, ülkeler hakkında çok şey anlatıyor. Bu anlamda Türkiye'nin hali, içinde içki şişesi bulunmayan, hazır tarhana çorbalı yılbaşı sepetlerini andırıyor.