Marguerite Duras ve Acı Çeken Kadınlar

Yazmanın asıl nedeni iletişimdir. Bin yıllar öncesinde insanlar sonraki kuşaklarla iletişim kurmak için yazdılar, varlıklarını ispat etmek için; “biz buradaydık” demek için. Modern zamanlar başlayınca da insanlar yazarken bireyleştiklerini keşfettiler. Bir metni dokumak (text) aynı zamanda kişinin kendini dokuması, örmesi, renk ve desenlerle kendini ifade etmesi, farklılığını ortaya çıkarmasıdır. Her yazı bir imkân ve deneyimdir. Yazmak kimine göre bir arayış, bir yol; kimine göre bir araç, kendini ifade etmek, özgürleştirmek için; kimine göre de bir aynadır, yüzleşmek ve içini dökmek için.

Yazmak kimi için bir temayüz simgesidir; yazarak okunan olmak ister bazıları, özneleşmek ve imtiyaz kazanmak… Ya da toplumdan bağımsızlaşmak, toplumun dışına çıkmak, sınırını aşmak, böylece ona dışarıdan bakan bir göz olmak, topluma kendisini anlatmak ister. Bir hekim olmak için yazar bazı insanlar, topluma semptomlarını göstermek, reçeteler yazmak için. Bazı insanlar ise çok konuşkandır, söz yetmez anlatmak istediklerine, yazarak konuşmaya devam eder. Bazılarının sözleri o kadar çoktur ki dile getirmek yetmez, ayrıca yazıya dökmek gerekir. Bazılarına göre var olmaktır (Sartre gibi yazarlar için), bazılarına göre ise yok olmaktır (Blanchot gibi yazarlar için), bazıları ölümsüzleşmek için yazar, bazıları ölmek için, bazıları hatırlanmak için yazar, bazıları unutulmak için. Ama ilginçtir; unutulmak için yazanlar daha çok hatırlanır. Çünkü varlıklarını silmek için öyle güçlü metinler yazmışlardır ki yazı onları ölümsüzleştirir; her okunduklarında yeniden doğarlar, farklı bir bedende, okurun bedeninde dünyaya yeniden gelirler.

Yazmak özgürleştirir

Marguerite Duras için de yazmak bir terapidir, nevrozdan kurtulmak için. Duras yazarak benliğini sağaltıyor, kendini toplumun şiddetinden ve kötülüğünden koruyordu. Romanlarında yarattığı kişilerle bir yandan kendini analiz ediyor, böylece analiz ettikçe belki acılarını dindiriyor ve yazdıkça özgürleşiyordu.

Marguerite Duras, çağdaş Fransız edebiyatında Yeni Roman ya da Tel Quel gibi belli bir eğilime ya da harekete ait değildir. O da kendini bir takım özelliklerle tanımlanmış bir edebî çerçeve veya çevre içine yerleştirmeye niyet etmemiştir. Eleştirmenler de başka yazarlarla bir takım benzer özellikler tespit edip onu bir yere yerleştirmeye çalışmamışlardır. O başka yazarlara benzemez, öykünmez de. Kendine de öykünmez, romanlarında yineleme yoktur. O sürekli olarak yeniyi aramıştır. Çünkü yinelemek bir gelenek oluşturur, sürekli aynı yörüngede dönmek gibi bir sınır çizer, aynılaştırır, insanı kendiyle özdeş hale getirir. Oysa insan sürekli kendini yenileyerek, kendini başkalaştırarak, kendini bilmek ve inşa etmek isterken kendindeki başkalıkları keşfederek özgürleşir.

O, romanlarında farklı özgürlük deneyimlerini yansıtmaya çalışmıştır. Özgürlüğü her zaman olumlu bir deneyim olarak yansıtmamıştır ama… Evet, özgürlük tutsaklıktan bir çıkıştır, kurtuluştur; lâkin her çıkış veya kurtuluş aydınlığa ve gönence olmayabilir. Bazen insanlar tutsak oldukları yerden aydınlığa çıkmak yerine karanlığa kaçabilirler, bazen ölmek bir kurtuluş olabilir. Altında kalacağını bilerek içinde olduğu hapishaneyi yıkmak bazen insanlara trajik olmaktan daha çok epik gelebilir. Dolayısıyla özgürlük, bazen kendini kurma bazen de kendini yıkma eylemlerinde ifade edilir. Duras’nın kendisi de roman karakterleri de özgürlüğü bazen kendini kurmada bazen de kendini yıkmada arar.

Duras romanlarında özellikle kadınların toplumsal cinsiyetlerinden sıyrılıp birey olma yönünde verdikleri mücadeleleri anlatır. Diğer yandan insanların birbirlerine yaşattığı kıyımları imgelerle dile getirerek çarpıcı ve sarsıcı şekilde anlatır.

Yıkmak Diyor O/Kadın

Marguerite Duras, Yıkmak Diyor Kadın adlı anlatısında (veya öykü mü demeliyim?) tenha bir otelde karşılaşan dört beş kişinin geçmişlerini sorgulamalarını anlatır. Anlatının merkezinde yakın geçmişte doğmadan ölen bebeğinin neden olduğu bir ruhsal çöküntü yaşayan bir kadın vardır. Öykünün ana motifi olan karşılaşma Duras’nın romanlarının çoğunda yinelenen bir izlektir. Karşılaşmalar sıkıntıdan, bunalımdan, yalnızlıktan çıkış yollarına açılan kapılardır. Her karşılaşma bir aşk, bir dostluk, bir umut, deneyim olasılığıdır. Her karşılaşma bir umut, her tanışma bir vaat, her buluşma bir sevinçtir. Sevinç her buluşmada bir mutluluk vaadi gerçekleştiği sürece devam eder. Artık buluşma bir mutluluk vaadinin gerçekleştiği bir olay olmaktan çıktığı anda kaçma ve kaybolma isteği doğar. Kişiler yine kendilerine döner, içine kapanır, yalnız kalırlar.

Yıkmak Diyor Kadın, Yahudi kimliklerinden dolayı toplumda dışlanan iki erkek ile bireyleşme yolunda engellenen ve duygusal olarak hırpalanmış iki kadının yaşamlarından birkaç günlük kesitin anlatıldığı bir öyküdür. Duras’nın birçok yapıtında olduğu gibi bu öyküde de kişiler dönüşümlü olarak karşımıza çıkar; farklı kimlikleri temsil etmekten çok, ötekilik biçimlerini ve onun tezahürü olan hüzünlü duygu hallerini temsil ederler. Öyküdeki kişilerin ortak yönleri pasif direnişleridir. Kendini yok etmeye kadar varan bu tutumun nedeni kişinin toplum karşısında kendini aciz ve güçsüz hissetmesidir. Toplumsal şiddet ve baskı karşısında kendini güçsüz hisseden kişi çıkışı kendini yok etmekte bulur. Öyküde toplumsal baskılar belirtilmemesine rağmen bu durumun kişiler üzerinde yaptığı yıkıcı etkiler okuyucuya sezdirilmektedir. Kişiler toplumun zalimce yargı gücü karşısında sadece kendini yok etmek, yıkmak şeklinde tepki verebilmektedirler; ancak böyle yaparak özgürleşeceklerine inanırlar.

Öykünün merkezindeki kişi, Elisa kendini yok etme eylemini sürekli ilaç alarak uyumaya ve unutmaya çalışmak şeklinde gerçekleştirir. Bunalım hallerinde uyumak kaçıştır. Uyumak bir yanıyla gerçeklikten kaçış, diğer yanıyla ölmeye yatmaktır. İlaçlarla Elisa acısını unutmaya çalışmaktadır. Bu yıkıcı edim bir yandan da kendini cezalandırmadır. Bebeğinin doğmadan ölmesinden kendini sorumlu görmektedir. Koruyamamıştır onu, ona hayat verememiştir. Öyküdeki ölüm izleği hem kişinin toplumsal varlığını yok etmek üzere kendini toplumdan soyutlamasıyla, hem de ilaçlarla bedenini yıkmaya çalışasıyla anlatılır.

Doğmadan ölen bebeğinin acısıyla, bütün zamanını şezlonga uzanıp boş bakışlarla gökyüzünü seyrederek geçiren Elisa kendini yıkıma terk etmiştir. Yaşadığı acı olayın bedelini yalnızca kendine ödetmektedir. Çünkü kadınlar öfkesini başkasına değil, her zaman kendine yöneltir. Bu öyküde Duras, kadınların binlerce yıl kendilerini ifade etmesinin engellenmesinin, susturulmasının, acının deneyimini kadınlara münhasır kıldığını anlatmak istemektedir. Erkekler ağlamazlar, acı çekmezler, onlar bağırırlar, öfkelenirler. Acı çekmek sadece ötekilere ve ötekiler içinde öteki olan kadınlara ait bir duygudur. Duras, bir söyleşide şöyle der:

“…, tüm tarih boyunca acının her zaman erkeklerde bir çaresi, bir çözümü bulunmuştur. Ya öfkeye dönüşmüştür, ya da dışsallaşmış, savaş olmuştur, cinayet olmuştur, Müslüman ülkelerde, Çin’de kadınların evden kovulması, kocasını aldatan kadının âşığıyla diri diri gömülmesi, yüzünün darmadağın edilmesi gibi türlü türlü kılıklara girmiştir. Ben beş yaşındayken Yunnan’da hâlâ âşıkları aynı tabutun içinde yüzleri birbirine dönük şekilde gömüyorlardı. Cezayı tayin eden tek yargıç aldatılan kocaydı. Bizim hiçbir zaman susmaktan başka çaremiz olmadı. Meslekleri yüzünden özgür kadın sıfatına layık görülen kadınlar için bile geçerli bu. Kadının acı konusundaki tecrübesi erkeğinkiyle kıyaslanamaz. Erkek dayanamaz acıya, hemen alıp başka birine okutur; acıyı başından atması gerekir, atadan kalma, beylik dışavurma yollarından, savaşa, vahşete ve çığlıklara, açılıp saçılan bir söyleme gelip dayanan gayet tanıdık yollardan, onu silkeleyip atması gerekir.”*

*Marguerite Duras, Yeşil Gözler, çev: Nilüfer Güngörmüş, s. 134, Metis Yayınları

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Su Arşivi